Cılavuz Köy Enstitisü çıkışlı Enver Yaşartürk’ü, İzmir-Yeşilyurt’un tepelerinde, harika bir manzarası o...

Cılavuz Köy Enstitisü çıkışlı Enver Yaşartürk’ü, İzmir-Yeşilyurt’un tepelerinde, harika bir manzarası olan kendi evinde ziyarete gitmiştim birkaç yıl önce. Cılavuz’dan konuşurken, Enver Amca bir çocuğun saçlarını okşar gibi olan ses tonuyla anlatmaya başladı: “Belki duymuşsundur, Mehlika’mız var bizim bir de... Bir iffet hikâyesi...” Sonra sustu, hafifçe nemlenen gözlerini sildi. Sonra neden anlatmaya başladı birden.1948-49 eğitim yılıydı yanılmıyorsam. Biz yeni gelmiştik enstitüye. Onlar bir yıl sonra öğretmen çıkacaklardı. Çok güzel bir kızdı Mehlika Abla. Demir gibiydi. İri bir kızdı. Cesurdu. Girişkendi. Yanlış hatırlamıyorsam da, Mehlika’nın babası, Eğitim Şefi Ataman’ın köylüsüydü. Kızı enstitüye verdiğinde, “Bak bu kız sana emanet Şemsettin, ver dedin verdik, sana güveniyoruz, bu zamanda erkeklerin de olduğu bir okula kız vermenin ne demek olduğunu bize anlattırma, yüzümüzü kara çıkarma, ona kızın gibi bak” demişti. Eğitim Şefi Şemsettin Ataman’da, köylüsüne karma eğitimin önemi üzerine kısa, aydınlatıcı bir konuşma yapıp, Mehlika’nın kendi kızından ayrı olmadığını anlatıp, geleneğin korkutucu baskısını yenmeye çalışan ama yine de yüzü kurumuş topraklar gibi gergin arkadaşını ikna edip, Mehlika’yı enstitülü yapmıştı. Sonra gelişmişti Mehlika. Çok sevdirmişti kendini. Bir yıl sonra da öğretmen çıkacaktı... Herkesin önünde küçük düşürülmek onurunu kırmıştı. O da gidip kendini santralin havuzuna attı... Yazık oldu, günahı yoktu çünkü.” Cılavuz Köy Enstitüsü’nde, son sınıfta okuyan Mehlika Bozkurt adlı kız öğrenci, 1948-1949 eğitim sezonunda intihar eder. Bunu, okulu aydınlatmak için öğrencilerin bin bir zorlukla - Mehlika’nın da içinde olduğu büyük bir çabayla- yaptıkları, enstitüye ait hidroelektrik santralinin havuzuna kendini atarak yapar. Neden, gerçekten çok trajiktir. “Mehlika, bir enstitülü erkek arkadaşıyla başbaşa oturuyor.” Sadece bu kadar. Birlikte baş başa oturmak... Ve ardından onuru kırılan genç kız, kendini buz gibi bir havada havuza atar. O kapkara saçları geceden donan havuzun sularında dağılıp, donar. Saçları...en çok donan saçları hatırlanır olayın tanıklarınca. “Saçları buz, kalbi ateşten bir ölü” olarak bulunur sabah Mehlika. Havuzun donmuş yüzeyine yapıştırılmış dünyalar güzeli bir heykel gibi... Tonguç, Eylül 1941’de Enstitü müdürlerine uzunca bir mektup yazar. O mektubun bir bölümünde, enstitülerdeki kız-erkek ilişkileri üzerine görüşlerini ve ne yapılması gerektiğini de bildirir. “Müesseselerinizdeki kız talebe işi, pek çok emeğinizi harcamanız gereken çok ciddi, önemli ve büyük bir meseledir. Kızları bir tarafa, erkekleri de diğer tarafa ayırarak müesseseyi iki kafes haline getirmek asla doğru değildir ve bu ayırmanın neticesi olarak mektuplaşan, kız erkek iki talebeden kızı Enstitü’den uzaklaştırmak tedbiri cemiyetin kadına kıyan eski telâkkisinin yaşatılmasından başka bir mahiyet ve manaya haiz değildir. Kızlar kızlıklarını, erkek çocuklar da erkekliklerini bilerek müessesenizin tabii hayatı içine sokulmalıdırlar. Bisiklet, motosiklet kullanma işini, bir musiki aletini çalmayı, şarkı söylemeyi, milli oyunlar oynamayı bütün talebe aynı derecede bilmelidirler. Bütün güçlüklerine karşın kız ve erkekli bir hayatın her türlü işine, eğlencesine, zevklerine veya ıstıraplarına iki cins talebe de müşterek sevk olunmalıdır. Bayağı olan her şeyden kaçınmak ve korunmak şartıyla kız ve erkek talebeye hayatı bütünüyle yaşatmanız lazımdır.” (“Tonguç’a Kitap” , 1961-İstanbul, sf.45-46... İmece Yayınları’nın (1) numaralı kitabı olarak basılan bu kitap bir imece çalışmasıdır. Tonguç Baba öldüğünde bir arada olan dostları tarafından tasarlanıp gerçekleştirilmiş olduğundan, kitabın yazarı ya da yazarlarının isimleri yoktur.) Tonguç Baba, sanki yıllar önceden ne olacağını görüp de yazmış gibi değil mi? Asıl sorun bunu bilmek değil uygulamaktır. Hiç kuşku yok ki, Cılavuz Köy Enstitüsü öğrencileri de, bu bilinçle yetiştirilmiş çocuklardı. Ki o Cılavuz, değil mi; Dursun Akçam’ı, Ümit Kaftancıoğlu’nu, Osman Nuri Alper’i, Gültekin Gazioğlu’nu, Halise Apaydın’ı ve daha nice değerli kültür ve sanat adamlarını hayata kazandıran? Cılavuz’un eğitim direktörü Halit Ağanoğlu da, Tonguç’tan farklı düşünmüyordu:Hangi hareketlere iffetsizlik denilecektir? Ahlâk telakkileri cemiyetlerin zihniyetlerinden, ideallerinden köklerini alırlar. Statik bir cemiyetin ahlak anlayışı, mevcut kaidelerin idamesini ve onlara itaati zaruri kılar. Şeriata, Osmanlılığa doğru dönersek iffetli bir kadını peçesi, çarşafı ile hayalimizde yaşatmak zorunda kalırız. Çehresinden, saçından, elinden, ayağından bir parçasını erkeğe gösteren kadın iffetsizdir. Vicdanları harekete geçiren kıymetler eski olunca hüküm de eski olur. İleri bir cemiyetin ideali arkasında ve dinamik karakterde bir Türk cemiyetinin idraki içinde isek ölçüler değişir. Kadın, erkekle eşit bir şahsiyettir. Yüzü, gözü ve vücudu ile bir insan kıymeti taşır. Dişili erkekli milyonların plajlara döküldüğü bir devirde iffet, cinslerin birbirlerine saygı beslemesi ile ifade edilir. Kol, bacak göstermenin vicdanları üzen bir tarafı yok. (…) Kız, erkek beraber çalışır, beraber gezer, konuşur ve beraberce milli heyecanların içinde kaynaşır, gelişirler. Esasen köylerin geçim şartları içinde kendilerini bulmakta olan kız ve delikanlılar, tarlada, bağda, bahçede beraber bulunmakta ve bu iffet ölçüleri kasabanın iffet görüşünü çok aşmış bulunmaktadır. Dünyayı görüyoruz; cins ayrılıkları gitgide azalmıştır. (…) Eskinin ölçülerine dayanarak kız erkek münasebetlerinde derece bulundurmak ve beraber çalışmanın kazandırdığı serbestliklere takmak kasıtlı ve hatalı görüştür.” Çok çalışkan ve ileri görüşlü bir aydındı Ağanoğlu. Kars - Ardahan şosesi üzerinde Susuz Çayı vadisinin iki tarafında Rus işgali günlerinden kalma kışla harabelerinden kurulu bir köyün, geniş arazisi, bol suyu ve güzel havasıyla yerleşme imkanları için çok elverişli bir yer olduğuna karar verilmesinin ardından; Rus yapıları olarak bilinen bu binaların çatıları sökülmüş, pencereleri soyulmuş, duvarları yıkılmış harabeler halinde olmaları nedeniyle, çalışmalar güçlükle ilerlese de ‘mucize’ sayılacak bir hızla, bu binalar tamir edilip eğitime hazır hale getirilmişti. Tüm bu çalışmaları yöneten kişiydi Ağanoğlu. Ancak bir sorun vardı. Enstitünün elektriği yoktu. Bu bina ve diğer temel sorunlar, Nisan 1940’dan, 1941 yılının yaz aylarına dek tamamlandıktan sonra, sıra terbiye edilen toprakların sulanmasına gelmişti. Neredeyse 5 kilometre uzaklıktan bir su kanalı açılacak, buradan getirilecek suyla da hem enstitü bahçeleri sulanacak, hem de kurulacak bir hidroelektrik santraliyle elektrik üretilecektir. Kış gelince dersler başlar ancak elektrik olmadığı için yatakhaneler ve derslikler, gömlekli ve kötü kokular yayan lüks lambalarıyla aydınlatılmaya devam eder. Bu sorunu gidermek isteyen özverili eğitim kadrosu, o dönemler oldukça gür akan ve yeterli kot farkı sağlanırsa, bu coşkun suyun önüne konacak bir tribün yardımıyla elektrik üretebilecekleri üzerine fikir birliğine varırlar. Çünkü 5 kilometre öteden, kimi yerlerde derin uçurumlarda çalışarak getirdikleri su, onlar için de, bölge sulamasına bağlı tarımın gelişmesi için de hayati bir önem taşımaktadır. Remzi öğretmene düşer tribünün yerini saptamak. Bu arada İstanbul’dan gelen iki usta, elektrik hatlarını çeker. Elektrik düğmelerini, bu hatları prizlere yerleştirmeyi ve bunun için gereken tüm direkleri... Geriye sadece getirilen basınçlı suyun yerleştirilmiş olan tribünü çevirmesi işi kalmıştır. Santralin yapımında çalışan Osman Nuri Alper o günlere ait anılarında der ki:Tribünü yerleştirme işi kayalık bir yerdi, orda kazma ile işte murçla falan böyle çetin bir şey çalışma sonucu, onu yerine yerleştirdik... Öyle ki, böyle vurduğumuz zaman taş çok sertti, artık granit miydi neydi bilemiyorum. Küçük küçük parçacıklar çıkıyor taştan ve ellerimizin derisine gömülüyor. Ellerimizi yıkadıktan bir iki gün sonra onlar düşüyordu. Ama orada yara mara yapmıyor, öyle gömülüyor.”... 1944 yılının Eylül ayında gerçekleştirdikleri ilk denemelerinde başarılı olamazlar; çünkü suyun basıncına dayanamayan taşıyıcı beton duvarlardan biri yıkılır. Bir ay içinde yıkılan duvar onarılır ve hidroelektrik santralinin önüne yapılan havuza su dolmaya başlar. (Yıllar sonra Osman Nuri Alper Amcayla tanışma mutluluğunu yakalamış biriyim ben. Prof. Dr. Oğuz Makal’ın yönetmenliğini yaptığı “Kumdan Kale” adlı sinema filminin bir bölümü, kurucusu olduğum Bilimsel Tiyatro Atölyesi’nde çekilmişti. Ben de, Osman Nuri Amca da, aynı filmde rol almıştık. Onun o her zaman kibar olan, alçakgönüllü halini hiç unutmayacağım. Işıklar içinde yatsın.) Bu sevinç bir kaç yıl sonra, aynı yerde intihar edecek olan Mehlika Bozkurt’un ölümüyle, yıllarca unutulmayacak büyük bir kedere döner. Mehlika, “bir erkek arkadaşıyla baş başa oturuyor” dendiği için azarlanmış; sonra da intihar etmiştir. Enver Yaşartürk’le yaptığım söyleşide aldığım notlarda, Sayın Doç. Dr. Firdevs Gümüşoğlu’nun Cılavuz Köy Enstitüsü adlı kitabında rastlamadığım bir ayrıntı dikkatimi çekti. Zeki Amca, Mehlika’dan söz ederken, onun ölümüne neden olacak “baş başa oturduğu” erkeğin adını söylemişti bana... O erkek arkadaşın adı “Şemsettin”dir demişti. “Şemsettin’le Mehlika’nın talihsizliği” diyerek deriiin bir iç çekmişti. Bu bilgi bilmem kimin, ne işine yarar ama sanki bir yap-bozun tüm parçalarını ortaya çıkarmakta yarar sağlar umuduyla, bu sözü edilen Şemsettin adlı öğrencinin peşine düştüm kaynaklarda. Yine Sayın Gümüşoğlu’nun muhteşem incelemesi yolumu aydınlattı. Tabi bu aydınlığa geçtiğim kapının anahtarını, incelemecinin, Haziran 2010’da Perihan Akçam ve Hüseyin Yılmaz’la, Ardahan’da yapmış olduğu görüşmeden elde ettim. O görüşmede şöyle bir açıklama vardı:Mehlika’nın akrabası vardı, iri yarı bir şey... Bakın, belki onu söylerken yüz hattım çok değişiyor… O belki Halit Ağanoğlu’ndan daha iri yarı birisi. Ona göre nasıl olur da bir erkekle, bir kız yan yana gelebilir… Sabah içtimasında, kızı, o kadar öğrencinin karşısına çıkarıyor, bas bas bağırıyor… Çünkü o zaman Halit Ağanoğlu yok… Yeni müdürümüz var, Nazım Esen diye biri. Çok şey sessiz, sakin falan, kim ne derse onun peşinde giden… Bunu Dursun (Akçam) anlatmıştı. Çünkü kızların ikisi de Dursun’un sınıfından, bizden kalmışlardı çünkü. Oraya teşhir ediyorlar, kız eve geliyor, yatak odasına, akşam karanlığı bekliyor, pencereden (giriş katından) gece atlıyor ve dışarıya çıkıyor, gidiyor santrale atıyor kendini… Tabii sen öyle yaparsan, onun gururu yok mu? Santralin havuzuna kendini atıyor. Sabah nöbetçiler fark ediyor. Havuza gittiklerinde, uzun siyah saçları suyun üzerinde dağılmış, buz tutmuş. Suyun içinde ölü olarak bulunuyor. Karakola haber veriliyor, iki-üç saat sonra savcı geliyor. Ve enstitü arazisine gömülüyor... Biz 1949 mezunuyuz, onlar 1950’nin mezunu olacaktı.” Bu açıklama, bana, Mehlika’yla adı anılan Şemsettin adlı erkek öğrencinin hangi dönem mezun olmuş olabileceği konusunda inceleme yapmam gerektiğinin ipucunu vermesi adına çok önemliydi. Elbette ki bu sonuç yanıltıcı olabilir ama ben yine de, “Onlar 1950’nin mezunu olacaktı” açıklamasını ihbar kabul edip, o yılın mezun listelerinde Şemsettin isminde biri olup olmadığını kontrol ettim. Doç. Dr. Firdevs Gümüşoğlu’nun kitabının, 365. sayfasında ilan edilen 1950-1951 yılında mezun olan 72 genç öğretmen içinde sadece bir tane Şemsettin vardı; Şemsettin Özçelik... Bu konuda bir kaynak da, sevgili YKKED Başkanımız Prof. Dr. Kemal Kocabaş’ın, Yeniden İmece Dergisi’nin, 2009 yılı Temmuz sayısının 98. sayfasında yayınlanan ve Mehlika’nın da Coğrafya öğretmeni olan Bedia Kars Hanım’la yaptığı ve “Enstitüler Kapanmasaydı Bir Başka Türkiye’yi Yaşayacaktık!” adlı görüşmesinden edindiğimiz bilgilerdir. Derginin o sayısında Bedia öğretmen, kendisine Mehlika sorulduğunda, bir süre gözyaşlarını tutamayıp ağladıktan sonra bakın ne diyor: “… Çok güzeldi, onu her hatırladığımda içim acıyor. Oysa ne ümitlerle okula gelmişti... Ama anlamsız ve yanlış bir nedenle cezalandırılmak istendi. Eğitim şefi bir erkek arkadaşıyla onu enstitü bahçesinde bir bankta otururken görür, çağırır ve disiplin kuruluna verir. Mehlika çok üzülür. Onuru incinir. Bir gece yarısı ayakkabısız olarak yatakhane penceresinden atlar, enstitü bahçesinde elektrik üretimi için kullanılan havuza kendini atar. Çok güzel saçları vardı. Saçları suyun yüzüne dağılmış olarak ve ertesi gün donmuş olarak bulunur. Cenazesi Cılavuz’un yamaçlarına gömüldü. Arkadaşları 40 gün boyunca mezarı başında, kurtlara karşı önlem olarak ateş yaktılar ve nöbet tuttular. Enstitü’de büyük matem yaşandı. Yaşamım boyunca Mehlika’nın acısını yaşadım, onu hiç unutmadım.” Sonra Zeki Amca, son derece hayıflanan bir sesle; Mehlika’nın haksız yere suçlandığını, kendini öldürdüğünü, gelenek ve namusu bacak arasında arayan bu beş para etmez zihniyet yüzünden, ailesinin bile ölü kızlarının cenazesini almaya gelmediğini; ona arkadaşlarının sahip çıktığını ve Cılavuz sırtlarına gömüldüğünü söyledi... Sonra aniden sesimizi yitirmiş gibi ikimiz birden sustuk. Suçlu çocuklar gibi sağa sola baktık, göz göze gelmemek için. Yeşilyurt’da buluştuğumuz evin balkonunda güneş batıyordu yavaş yavaş. Batıyordu batmasına ya, benim yüzümde cehennem sıcaklığı gibi bir alev dalgası bırakarak... Sonra Enver Amca, “Çayı ısıtayım mı oğlum, istersen yemeğe kal” dedi de kendime geldim. Büyük bir utanç içinde, son derece kısık bir sesle izin isteyip ayrıldım oradan. Eve gelene kadar yol boyu Mehlika’nın hikâyesini düşündüm. Bir de, bugün hâlâ, karma eğitimi kaldırmak için pusuda bekleyenleri... Her yerden Tonguç Baba’nın ve her türlü karanlığa karşı, aydınlık için mücadele eden insanların gökyüzüne asılı duran seslerini duydum.Ulusumuz yobazlardan çok çekmiştir. Eğer onlar her devirde şu veya bu şekilde, uygarlık dünyasına yöneltilen arabanın tekerleklerine kazık sokmasalardı bugün biz de ileri toplumların yanında yer alabilirdik. Türk halkının her bakımından geri kalmış olması onların yüzündendir. Bu softalar kadının amansız düşmanıdırlar. Kadını köleleştiren onlardır. Kadınların toplum hayatına karışmaları yobazları ifrit eder. Onlar kız erkek bütün çocukların laik okullarda eğitilmelerini kabul etmezler. (…) Softaların şerrinden ancak bilgili, laik yurttaşlarla kurtulmak mümkündür” (İ. Hakkı Tonguç, Kitaplaşmamış Yazıları, Cilt II, 2. Baskı, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yayınları, Ankara, 1997, s. 449-450)