Türkiye’de futbol kültürünün yerleşmesinde öncü isimlerden biriydi. Türkçe, herhalde bir sese bu kadar yakışırdı. 97...

Türkiye’de futbol kültürünün yerleşmesinde öncü isimlerden biriydi. Türkçe, herhalde bir sese bu kadar yakışırdı. 97 yaşında hayata veda eden Halit Kıvanç’ı kendi satırlarından takip etmek istedik İletişim Yayınları’ndan çıkan “Futbol! Bir Aşk” adlı kitabındaki özgeçmişinde doğum tarihi 1926 yazıyor. Yayınevinin internet sitesinde ise 1925 yazılı. İkincisini daha doğru bilgi kabul edip başlığı böyle belirledim. Halit Kıvanç Türkçenin sahnelerden radyoya, TV’nin Türkiye’ye gelişiyle ekranlara en güzel haliyle yansıtan isimdi. Ama en çok futbol anlatımıyla öne çıktı ki, onun anlatımındaki coşku onun çağdaşlarından ayıran en önemli farklılıktı. Şimdi onun “Futbol! Bir Aşk” kitabına bakalım. Şöyle bahsediyor kitabın adından: Futbol... Bir Aşk... Kitabın adını da sevdiğinizi umarım. Nereden mi çıktı bu ad? Doğrusu kitaba isim bulmak için kaç kişi çok düşündük. Kafa kafaya verdik, günlerce, gecelerce... sonunda baktık: “Futbol en çok neye benziyor?” diye... “Futbol” bir “aşk” ... belki türü değişik ama temelde “aşk” o da... Gelin, bir de hep beraber düşünelim: Bu sözlerin devamında aşkı tarif ediyor, Kıvanç. Hiç düşündük mü, aşk ve renkler arasındaki bağı: Hayatta, örneğin, esmer bir genç, sarışın bir kıza aşık olmuyor mu? Demek ki "Aşk" , her şeyden önce renklere duyulan ilgiyle başlıyor... Eee futbolda da öyle: Biri, sarı ile laciverti kalbine yerleştiriyor. Öteki yüreğindeki sarının yanına kırmızı koyuyor. Bir başkasının gönlünde ise,  Siyah-Beyaz'dan başka aşk yok. Hayatta, ilk bakışmalar, ilk yaklaşmalar, ilk kucaklaşmalar, ilk öpücükler, ne kadar güzel... Tıpkı futboldaki ilk paslar ilk şutlar, ilk vuruşlar, atılan ilk goller gibi... Sonrası galibiyet, şampiyonluk, sevinç, mutluluk... Aşklar da öyle başlıyor hayatta... Ama hep öyle gitmiyor. Tatsız sözler, yanlış anlamalar, sert çıkışlar, hatta kalkan eller, kopan ilişkiler... Futboldaki gibi aynen... İlk hatalı paslar, ilk ters vuruşlar, ilk yanlış çalımlar, ilk fauller, ilk tekmeler, yenen ilk goller... Sonrası üzüntü, hüzün, yenilgi, mutsuzluk... Türkçeyi bu denli doğru ve yerinde kullanmanın derin bir kültür ve birikim gerektirdiğini söylemeye gerek var mı? Tarihten, felsefeden, şiirden beslenmese bu kadar farklı olur muydu? Bir de filozofların büyüğü Eflatun'un dediği gibi. "Aşk, kendiliğinden ne güzeldir, ne çirkin... Güzeldir, eğer erdemli bir sevgi  tanırsa... Çirkindir, eğer utanç verecek biçimde sevilirse..."Eflatun, bu sihirli sözleri hayatımızdaki aşk için mi söylemiş sadece? Sanmıyorum... pek iyi tanımadığı, şu bizim sevgili futbol için de rahatça söylemiş olabilirdi... Onu gereği gibi tanısaydı...İnsanoğlunun sahip olacağı güzelliklerin, belki en güzeli olan "aşk", bazen tabanca kurşunlarına hedef olmuyor mu? "Damat aşka  gelmiş" diye yazmıyor mu gazeteler, söylemiyor mu TV haberleri? Ha evde tartışmada,  ha stadda maçta... Takımı kazanan  "taraftar" da maçta aşka gelip tabancasını çekiveriyor, düğündeki damat gibi... Demek ki " Hayat' la  "Aşk" arasındaki bağ da "aşk" la " Futbol" arasındaki ilgi kadar güçlü...(Sunuş’tan) BÜCÜR MARADONA’YI ÇİME GÖMDÜLER 1990 Dünya Kupası’na geldiğimizde Halit Kıvanç dokuzuncu kez turnuvayı takip ediyordur ve kendi ifadesiyle kim bilir kaçıncı kez İtalya yolundadır. Arjantin’in Kamerun’a 1-0 yenildiği maçın ardından yansıyanları şöyle aktarıyor: "Bücür" Maradona'yı çime gömdüler...Kamerun "Bıyık" altından gülüyor...Şampiyona Afrika tokadı...Maradona ve arkadaşları dokuz kişiyle başa çıkamadı...Cesaret, Kamerun'u zafere götürdü...Maradona tek başına Arjantin'i kurtaramadı... Devamında Arjantin’in ve efsanevi futbolcusu Maradona’nın maçla ilgili tepkisi. Doğrusu bir roman gibi: Arjantinliler, "Kötü günlerinde olduğunu" kabul ediyor, ama kamerun'un da çok sert oynadığını öne sürüyorlardı. Maradona "tekmelerden yıldım. Ayaklarımı bir görseniz" diyor ve gözyaşlarını tutamayarak şöyle devam ediyordu: "Hele kolumda öyle bir krampon yarası var ki, herhalde bir yılda bile zor geçer." A Gurbu’nda Galatasaraylı iki futbolcunun (Romanya) varlığı da seyircinin ve taraftarının gündemindedir. Romen futbolcular SSCB’ye iki gol atınca birden fiyatları artar. Kıvanç, bu ortamı şöyle anlatıyor: A Grubu'nda pek sürpriz havası yoktu. Ev sahibi İtalya, kendisini favori gösterenleri yalancı çıkarmadı ve üç maçını da, hem de hiç gol yemeden kazanarak ikinci tura yükseldi. B Grubu'nun ilk maçı Kamerun'un  zaferiyle sonuçlanmış, İtalya basınının deyimiyle "Dokuz Afrikalı aslan, şampiyonu parçalamış'tı... Arjantinlileri deli eden ise, gene İtalyan basınında yer alan "kral çöktü" başlığıydı. Maradona, "hele maçlar ilerlesin, kimin çöktüğünü göreceğiz" demekle yetiniyordu. Grubun öteki iki takımı, Romanya ile Sovyetler Birliği arasındaki karşılaşma da, memleketimizde büyük merakla beklenen maçların başındaydı. Romanya'nın Sovyetler Birliği önünde nasıl bir sonuç alacağı değil de, özellikle iki Romen futbolcusunun nasıl oynayacağı merak konusuydu. Tabiî Galatasaray taraftarlarıydı bunu heyecanla bekleyen... Kaç gündür gazeteler yazıyor, televizyonlar veriyor, Romanya'nın iki yıldızı, Lacatus'la Rotariu'nun Dünya Kupası ertesinde Sarı-Kırmızılı formayı giyecekleri bildiriliyordu. Gerçekten iki futbolcu da harika oynamış ve Romanya, Sovyetler'i net sonuçla 2-0 yenmişti. Sonucu getiren iki golün kahramanı Lacatus'tu. Böylece Arjantin'den Sonra bir favori daha ilk adımda tökezlemiş oluyordu. Bu arada İtalya'daki Dünya Kupası'nın ilk maçları, Türkiye'deki  Galatasaray kulübünü bir anda etkiliyordu. OĞLU ÜMİT KIVANÇ ANLATIYOR Yazar yönetmen Ümit Kıvanç da kitapta babasını ve onun sunuculuğunu anlatır. Oğul Kıvanç, babasının “Futbol teknisyenliğine ve taktisyenliğine” soyunmamış olmasının altını çiziyor: Lafı dolandırmayayım;maç spikerlerine, futbol yayıncılarına laf edersem, dolaylı yoldan babamı hatırlatıp  övmeye uğraştığımı düşünürler diye bir kompleksim var. Bir yandan da babam, jübilesini yapmış, kimilerine göre basın  tribünün emektarlar bölümünde, kimilerine göre şeref tribününün basın tribününe bitişik sıralarında yerini almış bir maç spikeri... 'babası  spiker olanlar futbol yayını eleştiremez' diye bir kanunu 12 Eylül bile koymadı! Ancak, kompleks işte, ferman dinlemiyor. Bu yüzden, burada modaya/medyaya uyup 'bir ilk'i gerçekleştirecek ve babamdan bahsedeceğim ki, sonra ' vallahi aramızda bir şey yok, sadece baba-oğuluz' demek zorunda kalmayayım. 'Canım, sen yazacağını yaz, babanı ne karıştırıyorsun!..' Ne vakit  maç  nakillerinden yakınsam, birileri çıkıp 'Ahhh ah...'diye içi geçirerek babamdan söz ediyor. Muhtemelen, her şeyden önce, şimdiki bazı 'futbol adamları' gibi, verkaçlık  sürece üç-beş büyük çamı, kibrit çöpü kırar gibi devirmediği için, kulak tırmalamadığı için, teknik adamlara akıl öğretmeye kalkışmak yerine kendi işini yapmaya uğraştığı için, bir 'tarzı' olduğu için Halit kıvanç'ın spikerliği iyi hatırlıyor. Bana göre de işini iyi yapıyordu. Futbol teknisyenliğine ve taktisyenliğine soyunmamıştı. kulaktan dolma uyduruk uzman değil, bir anlatıcıydı. Spikerlerin, top taca çıkar çıkmaz, az sonra gösterilecek filmi  övmekle, 'bizim kanalın' reyting birinciliklerine dair şamata yapmakla, o kanalın televole'sinde aman aman ne şirinlikler olduğunu bıktırasıya tekrarlamakla görevlendirilmediği  zamanlarda maç anlattı. Bu bakımdan şanslıydı, gerçi bu günküne göre çok daha zorlu koşullarda çalıştı, yaşıtı bütün spor gazetecileri gibi... Yine de o  zamanın spikerleri, önlerindeki mikrofona  hakikaten sahiptiler. Babam belki bu yüzden kendine bir tarz yaratırken, büyük engellerle karşılaşmamıştı. Buraya 'başlangıçta radyo vardı'yı eklemeliyiz elbette. TV spikeri yalnız kulağa hitap edebilir, gözler tarafından ise denetlenir. Kulağa hoş gelebiliyorsa, başarılı ve şanslı  sayılır. Ama en büyük başarısını 'seyretme hali'ndeyken  bütün duygularımızı kendine tâbi kılmış, görme duyumuzu rahatsız etmediği ölçüde kazanır.