Geçen yıl, kitapçılarda gezinirken gözüme kahveyle ilgili bir dergi ilişti ve hemen satın aldım. Kahvesiz yapamayan bir kişi-yani ben- için bulunmaz bir fırsattı. Fakat okumaya bir türlü vakit bulamamıştım. 
Daha sonra, bir arkadaşıma kahveyi ne kadar çok sevdiğimi anlattığım bir gün, “Bende kahveyle ilgili bir kitap var. İstersen sana ödünç verebilirim” deyince hemen atladım ve kitabı getirmesini rica ettim. Ertesi gün hemen getirdi. Bu kadar güzel tesadüfler bir araya gelince bana da hafta sonu bir elime dergiyi, bir elime kitabı alıp okumak düştü…
Kahve…bir renge adını veren lezzetli içecek…hani şu kırk yıl hatırı olan…sohbet ortamlarının vazgeçilmezi…müthiş kokusuyla aklımızda, lezzetiyle tadı damağımızda kalan…
Bizdeki ilk üretim denemeleri 1934 yılında başlayan kahve, yine bizim pişirme tarzımızla bu coğrafyada ağızlarda kendisine özgü bir tat bırakmıştır ve sosyal ortamların vazgeçilmezi olmuştur. Kahve deyip geçmemek lazım, kendi içerisinde çeşitli dallara da ayrılmaktadır. (Sütlü Türk kahvesi, dibek kahvesi, mırra, kervansaray kahve vb.) 
Sadece sosyal ortamların vazgeçilmezi olmakla kalmaz, makinesiyle, aromasıyla, farklı coğrafyalardaki farklı tatları ve sunum teknikleriyle başlı başına bir sektördür kahve…hal böyle olunca, kahvenin üretildiği ülkeleri merak edip, sayfaları hızlı hızlı çevirmeye başladım. Öğrendiğim bilgiler muazzamdı. Çünkü her sayfa beni Etiyopya, Kenya, Ruanda, Burundi ve Reunion Adası gibi ülkelere götürdü. Okuduğum satırlarda adeta bir dünya turuna çıkmıştım ki birden durdum…
“Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” sözünün ne anlama geldiğini merak ettim ve internetten araştırmaya başladım…
Bu cümlenin tarihçesi beni Osmanlı zamanına kadar götürdü…o tarihlerde çıkan bir savaş sonrası Osmanlı’da yaşayan bir kişi karşı tarafa esir düşer. Fakat esir düşen bu kişiyi karşı tarafın askeri tanır ve kendisine kırk yıl önce kahve ikramı yapan kişi olduğunu anlayınca serbest bırakır. Yapılan iyiliğin/ ikramın eninde sonunda yapan kişiye geri döneceğini vurgulayan bu cümleyle birlikte derin derin düşünmeye başladım…
Evet, bu dünyada iyilik ve kötülük vardı. İyilik ve kötülük içimizdeydi. Biz en çok hangi yönümüzü devreye sokarsak hayatımız ona göre şekillenirdi. Fakat bildiğim bir şey vardı ki o da bizden çıkan her neyse, bu iyilik de olabilir, kötülük de bir gün gerçekten bize geri dönerdi.  Boşuna “iyilik yap, denize at, balık bilmezse Halik bilir” dememişlerdi. 
İyi olmak aslında o kadar da zor değildi. Kapımıza gelen birine bir ikramda bulunmak, birine yardım etmek, hatta doğaya olan saygımızdan dolayı yerlere çöp atmamak bile yapabileceğimiz basit iyiliklerdendi. 
Kim bilir, belki bizim de ikram edeceğimiz bir kahve, kırk yıl sonra bize iyilik olarak başka bir surette yansırdı…