Bir buçuk yılı geride bırakan pandeminin en yakıcı etkisi, kuşkusuz can kayıpları ile anımsanacak. Ancak en az onun kadar önemli olan sonucu, Türk milli eğitim sisteminde ortaya çıkardığı hasar ve ad...

Bir buçuk yılı geride bırakan pandeminin en yakıcı etkisi, kuşkusuz can kayıpları ile anımsanacak. Ancak en az onun kadar önemli olan sonucu, Türk milli eğitim sisteminde ortaya çıkardığı hasar ve adeta “kayıp bir kuşak” yaratma olasılığı… 182 ülke arasında, pandemi döneminde okullarını en fazla kapalı tutan ülkeler sıralamasında 4’üncü sırada bulunuyoruz. Bu utanç vesikası hepimizin boynunda asılı duruyor. Oysa bir eğitim devrimi üzerinde yükselen Türkiye’nin, okullarını en son kapatan ve ilk açan ülke olması gerekirdi. Bu hassasiyeti beklemek, biz anne ve babaların en doğal hakkı idi. Ama olmadı… // ÖNCELİK OKUL DEĞİL AVM AVM’leri açık tutmak için akla karayı seçen Hükümetimiz; iş, okulların açılması için gerekli fiziki ve maddi şartları sağlamaya gelince sınıfta kalmıştı. Bizzat görmüş ve geçen sene bu sütunlarda dile getirmiştim. Türkiye’nin üçüncü büyük kenti İzmir’de, kent merkezindeki Karabağlar ilçesinde bir okula kızını kaydettiren dostumun eline bir liste tutuşturulmuştu. Okul yönetimi; tuvalet kağıdı, kağıt havlu, dezenfektan, çamaşır suyu, yüzey temizleyici gibi ürünleri getirmeleri için velilerin ellerine bir kağıt sıkıştırıyordu. İmkânı olan da vardı olmayan da… İmkânı olan anne babalar, evlatlarının hijyenik bir ortamda eğitim alabilmeleri için bu ürünleri satın alıp okullara teslim ediyor, imkânı olmayanlar ise evlerinde kullandıkları ürünleri okula veriyordu. Can acıtıcı, yürek burkan bir manzaraydı. Uzaya çıkma arifesindeki (!) devletimiz, çocuklarının ellerini yıkayacağı sabunu bile vatandaşından istiyor, ne acıdır ki bu durum toplumda normal karşılanıyordu. Ve geldik 2021 yazına… Vaka sayılarının yeniden tırmanışa geçmesi ile aynı suda ikinci kez yıkanma ihtimalimiz artıyor. Pandemi döneminde benim için büyük hayal kırıklığı olan Milli Eğitim Bakanlığı kadroları ve bizzat Bakan Ziya Selçuk, “6 Eylül Pazartesi günü Türkiye’deki devlet okulları” açılacak diyorlar. Ancak aynı okulların pandemi dönemi şartlarını sağlayıp sağlamayacağı konusunda tek cümle etmiş değiller. “Okulları açacağız” demekle bitmiyor iş! // BAKANLIĞIN PLANI NE? Korona virüsün Delta ve benzeri yeni varyantlarını da göz önüne alarak acilen bir eğitim eylem planı oluşturulması gerekiyor. EBA adı verilen sistemle yarım yamalak şekilde uzaktan eğitime katılan çocukların büyük çoğunluğu, okulları ile bağlarını kopardılar. Kırsal kesimde yaşayan milyonlarca çocuk ve gencin ise bu imkânı bile bulamadıklarını biliyoruz. Ve asıl tehlike, okullaşma oranlarındaki kazanımların kaybedilmesinde, dezavantajlı çocuklar ile nispeten daha şanslı olanların arasındaki farkın yıllarca kapanamayacak şekilde açılmasında yatıyor. Kendisi de bir akademisyen eğitimci olan Sayın Bakan’ın bu konularda ne düşündüğünü ve kadrolarının nasıl bir eylem planı hazırladıklarını doğrusu bilmiyoruz. // BAHANESİ OLAMAZ Tıpkı 2020 yaz aylarında olduğu gibi, “Eylül’de okullar açılacak” diyerek hiçbir hazırlık yapmamak, aynı şeyleri yaparak farklı sonuç beklemek hastalığının nüksetmesinden başka anlama gelmeyecek. Sayın Bakan ve Bakanlık bürokrasisinin, okulların açılmasına sadece bir buçuk ay kalmışken içinde oldukları akıl almaz rehavetten kurtulmaları gerekiyor. Böylesi bir ihmalin ikinci bir bahanesi olmayacak çünkü… Unutmayalım… Okulların kapalı kalmasını savunmak, çocuklarımızın sağlığına değer verdiğimizin değil, eğitimlerine değer vermediğimizin göstergesidir…  

MB BAŞKANI KAVCIOĞLU DA “LAF DİNLEMEYEN ARKADAŞ” KERVANINA KATILIR MI SİZCE?

Sayın Cumhurbaşkanı’nın faiz konusuna bakışını biliyoruz. “Yüksek faizin yüksek enflasyona sebep olduğu” görüşünü savunan Sayın Erdoğan’ın, ekonomi yönetiminde de “bu teoriyi mutlak doğru olarak kabul eden” bir ekiple çalışmak istediği de sır değil. Uzun yıllar en yakınında bulunan; Maliye Bakanlığı, Maliye Müsteşarlığı, Milletvekilliği, Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı görevlerini başarıyla yerine getirmiş Naci Ağbal’ı bile bir gece yarısı Merkez Bankası Başkanlığı’ndan alması, faiz konusundaki bu teorisinin bilinen bir sonucu… Merkez Bankası’nın gösterge faizi bugün itibarıyla yüzde 19 seviyesinde bulunuyor. Bu seviye ile dünyanın en yüksek faizini veren 8’inci, üyesi olduğumuz “gelişmekte olan ülkeler” liginde ise açık ara birinciyiz. Enflasyondaki yükseliş eğilimi ile birlikte faizin daha da yükselmesi gerektiği, yerli ve yabancı piyasa yorumcuları tarafından sıklıkla dile getiriliyor. // BU FAİZLE YATIRIM YAPILAMAZ Bugün ticari kredi faizlerinin yüzde 25 seviyesinde olduğu dikkate alınırsa, aklı başında bir işadamının bu faiz oranları ile yatırım yapmasını beklemek ham bir hayalden öteye gidemez. Yüksek faiz, yatırımların kilitlenmesi, istihdam alanlarının daha daralması demek... Bu durumda Sayın Erdoğan’ın geçen ay dile getirdiği, “Merkez Bankası Başkanım ile görüştüm, artık Temmuz Ağustos aylarında faizi aşağı çekmemiz lazım” cümlesini, bu cümle dudaklarından süzüldükten sonra 45 dakika içinde dolar kurunun 25 kuruş birden fırlamasını anımsamak gerekiyor. Pekâlâ… Merkez Bankası Başkanı Prof. Dr. Şahap Kavcıoğlu, bu “talimatı” yerine getirir mi yoksa piyasa beklentileri paralelinde davranarak sabit tutma hatta artırma yoluna mı sapar? Erken seçin tartışmalarından asla ayrı düşünülmemesi gereken bu ateş topu sorunun cevabı, bugünlerde gerek iş dünyasında gerekse Türkiye’yi dikkatle izleyen yabancı fon yöneticileri arasında sıklıkla tartışılıyor. // YANIT BEKLEYEN YAKICI SORU Hatta bu fon yöneticileri, Kavcıoğlu’nun “faizi indirmemekte ısrar etmesi halinde” bir gece yarısı kararnamesi ile görevinden alınma ihtimalinin yükseleceğini ifade ediyor. Tıpkı Naci Ağbal, Murat Uysal ve Murat Çetinkaya gibi “laf dinlemeyen arkadaşlar” arasına girme olasılığından bahsediliyor. Geçmiş örnekler ortada iken bu soruya bir çırpıda “hayır, elbette olamaz” diyebilir misiniz? Ben diyemem. “Merkez Bankası Başkanı öğütme makinası” gibi çalışan bugünkü yönetim sisteminin en büyük açmazı da zaten burada. Dünya bizim etrafımızda dönmüyor. Dış kaynak girişine bu derece bağlı ve bağımlı bir ekonomide yapılmaması gereken ne varsa yapıyor, sonrasında işaret parmaklarımız ile görevden alınan Merkez Bankası başkanlarını suçlu ilan ediyoruz.  

ESFENDER HOCA’YA KULAK VERME ZAMANI

Aktif ekonomi muhabirliğim döneminde görüşlerine en çok başvurduğum, düşünce namusuna en fazla güvendiğim iktisatçıların başında Prof. Dr. Esfender Korkmaz gelirdi. Bugün 81 yaşında olmasına rağmen hâlâ düşünen hâlâ üreten Esfender Hoca, kendisine sorulan her soruya –gazetecinin yaşına ve deneyimine bakmaksızın- o muhteşem Kars şivesi ile tane tane yanıt verir, reel sektörden örnekler ile daha kolay anlaşılmasını sağlardı. Özgeçmişini anlatmama gerek duymadığım, yurtiçinde ve yurt dışında ekonomi ile ilgili çok önemli başarılara imza atan Esfender Hocamızın son kitabı olan “Ekonomide Derin Göçük”, birkaç ay önce Asya Şafak Yayınları arasında raflarda yerini aldı. // 15 MİLYON “MUTLAK YOKSUL” Son eserinde “Hangi veriye bakarsanız bakın Türkiye’de 15 milyon insan mutlak yoksuldur.” diyor ve “Türkiye diğer gelişmekte olan ekonomilerden iyice ayrıştı. Bu ayrışma bir pandemi sorunu değil. Çünkü pandemiden önce 2019 yılında da gelişmekte olan ülkelerde ortalama büyüme oranı yüzde 4 iken Türkiye’de yüzde 0.9 oldu.” tespitini yapıyor Esfender Hoca… 2021 Türkiyesi’nin ekonomik durumunu derli toplu şekilde okurlara sunan kitapta, ülkemizin “Planlı Ekonomi”den uzaklaşması ile ekonominin rant projelerine ağırlık vermesi arasındaki doğrusal bağa temas ediyor ve şu isabetli tespitleri yapıyor: “İktisat politikaları iki tarafı kesen bıçak gibidir. Önemli olan bu politikaları ters tarafın kesmeyeceği şekilde uygulamaktır. Buna karşılık yarınlara ait politikalar yoksa yani politikasızlık varsa, bu defa politikasızlığın her iki tarafı da tersten keser. Türkiye’de olan budur. Siyasi iktidar, planlamayı kaldırdı, IMF’nin kur politikasını değiştirmedi, dış ticaret politikası yok, sermaye hareketlerinin kontrolü yok, bir istihdam politikası yok.” Hoca’ya bu aralar kulak kabartmak gerek…  

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’E DAVET YOLUYLA ÜYE OLAN İLK VE TEK ÜLKE: TÜRKİYE

Mustafa Kemal sadece askeri dehasıyla değil; incelikli diplomasi ve dış politika zekâsıyla muhataplarını çoğu kez şaşırtan bir devlet adamıydı. Hasta yatağında sürdürdüğü muhteşem diplomasi ile tek bir kurşun atmadan Hatay’ın anavatana katılmasını sağlamış, bu büyük başarıyı ne yurt içinde ne de yurt dışında tek bir gün siyasi malzeme konusu yapmamıştı. Sözüne güvenilir, inandırıcı, blöf yapmayan, “yurtta barış, dünyada barış” esasına dayanan bir dış politika stratejisi benimsemişti. Özellikle yabancı basın tarafından Atatürk’e sorulan soruların başında, Türkiye Cumhuriyeti’nin o yıllardaki adı Milletler Cemiyeti olan Birleşmiş Milletler’e üye olup olmayacağı idi. 1920 yılında kurulan Milletler Cemiyeti, uluslararası sorunları barışçıl yöntemlerle çözmeyi temel ilke olarak benimsemişti. Türkiye 1920 yılında henüz savaş halinde olduğu için cemiyeti gündemine alamamış, Lozan Antlaşması ile çözülmeyen Musul sorunu yüzünden üyeliğimiz gecikmişti. // “DAVET GELİRSE DEĞERLENDİRİRİZ” Mustafa Kemal, kendisine bu soruyu soran bir yabancı gazeteciye, “Üye olmak için başvurmayı düşünmüyoruz ama davet gelirse değerlendiririz” demişti. Ve tarih yaprakları 6 Temmuz 1932’yi gösterirken, topluluk ilk kez “Başvurma zorunluğu” kuralını uygulamaktan vazgeçti, İspanya temsilcisinin teklifi ve 43 üyenin oybirliğiyle Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne davet edilmesine karar verdi. Bu daveti 9 Temmuz tarihli oturumunda görüşen TBMM, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün oluru ile kabul etti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin üyeliği gerçekleşmiş oldu. 89 yıl önce yaşanan bu olayı anımsatmamın sebebi şu: 1959’dan bugüne Avrupa Birliği’nin kapısında bekletilen, 1996’dan bugüne ise “20’inci yüzyılın kapitülasyonu” Gümrük Birliği’ne dâhil olmuş bir ülkeyiz. AB’nin tüm ekonomik karar mekanizmalarında söz ve yetki sahibi değiliz ama aldıkları tüm kararların tümünü uygulamakla mükellefiz. “Türkiye ne zaman AB’ye tam üye olacak” sorusunu, ne biz ne de Avrupalılar 62 yıldır veremedik. Uzunca bir süre de veremeyeceğimiz anlaşılıyor. Norveç gibi bazı ülkeler ise Avrupa Birliği tarafından tam üyeliğe davet edildikleri halde, referandumda vatandaşları “Hayır” dedikleri için AB üyesi olmuyorlar. Atatürk Türkiyesi, 62 yıldır AB kapısında itilip kakılmayı hak etmiyor… HAFTANIN SÖZÜ Karanlık basacak diye gündüzü, şafak sökecek diye geceyi kaybediyorlar. Seneca