TAKSAV İzmir Uluslararası Tiyatro Festivali Kısa Oyun Yarışması Ödülü alan Ceyhun Karaköse ile kapitalist çağa güç...

TAKSAV İzmir Uluslararası Tiyatro Festivali Kısa Oyun Yarışması Ödülü alan Ceyhun Karaköse ile kapitalist çağa güçlü salvolar gönderdiği oyununu konuştuk Bu yıl 10’uncu kez düzenlenen TAKSAV İzmir Uluslararası Tiyatro Festivali’nde 6’ıncısı yapılan Kısa Oyun Yazma Yarışması’nda Ceyhun Karaköse “Pembe Bulutlara Tırmanmak” oyunuyla ödüle layık görüldü. “Emek” temalı yarışmada ödül alan genç oyun yazarı Ceyhun Karaköse “Pembe Bulutlara Tırmanmak” adlı oyununda kapitalist sömürü çarkının küresel düzeyde işleyişine dikkati çekiyor. Dünyanın her ülkesinde emekçilerin hangi koşullarda olduğunu ve sistem tarafından biçilen role bir oyunla değinen Karaköse, “Marks’ın çağrısında olduğu gibi dünyanın bütün işçilerinin zincirlerinden kurtulup birleştikleri güzel bir masal anlatmak istedim” dedi. Karaköse, stajyerlerin sömürü çarkının en dibindeki kişiler olduğunu da vurgulayarak, “Ancak sömürüden en çok nasibini alan da onlar. Marks’a nazire yaparak toplumsal konumu gereği stajyerler toplumsal yapıyı sona erdirecek olan iradedir diyebiliriz” diye konuştu. Marks’tan Brecht’e, Chaplin’e uzanan çağdaş direnme masalı için Karaköse’ye sözü veriyoruz. Seçtiğiniz karakterler, hem gerçek hem mecazen temsil ediyorlar sanki bir zümreyi. Onları bir ortamda buluşturma fikri nereden doğdu? Oyunu yazarken derdim tek bir fabrikayı, tek bir şirketi, tek bir işçiyi anlatmak değildi. Dünyanın her coğrafyasından her ırk, din ve kişilik özelliğinden milyarlarca insanın emeğini, o emeklerle oluşan serveti ve o servetin kimlerin elinde biriktiğini anlatmak için bir yol arıyordum. Sonra tüm dünya ekonomisini tek bir şirket içerisinde özetleme fikrini düşündüm. Bodrum katında Çinli çocuk işçilerin spor ayakkabı ürettiği, Hintli ve Pakistanlıların yazılımcı olduğu, Rus güvenlik görevlileri tarafından korunan ve tüm sektörlere hakim bir şirket. Elbette oyunda bahsi geçen herkes bir zümreyi temsil ediyor. Bu yüzden de zihnimizdeki klişelerden yararlanıyorum. Zira Meksikalılar tembeldir, Ruslar korkutucudur, Yahudiler zeki ve çalışkandır gibi çok sayıda klişe genellemeden yararlanıyorum. Tüm bunların yanlış olduğunu bilerek, seyircinin oyunun mizah diliyle bütünleşmesini kolaylaştırmak için kullandığım bir araç. MARKS’IN ÇAĞRISINI HATIRLAMAK Bir gökdelen seçmeniz çok ironik. Binaların kat sayısı arttıkça isyan edilebilirlik azalıyor mu acaba? Eskiye göre çalışma şartları günden güne kötüye giderken isyan olmasa da insanların ses yükseltmeme sebebi bu mu? Gökdelenler, saraylar ve büyük mabetler, binlerce yıllık insanlık tarihinde sistemlerin gücünü, otoritesini, ulaşılmazlığını ve yenilmezliğini halk kitlelerine kabul ettirmek için kullandıkları en önemli enstrümanları olmuş. İnsan bedeni ve dev binalar karşı karşıya geldiğinde tekil insan siniyor ve yılgınlığa düşüyor. Kendisini asla kazanamayacağı bir savaşın içinde hissediyor ve pes edip biat ediyor. Aztekler’de, Romalılar’da, Osmanlı’da bütün büyük imparatorluklarda dev binaların bu kudretinden faydalanılmış. Bugünse kapitalist dünyanın gökyüzündeki pembe bulutlara kadar uzanan dev gökdelenleri var. Bu durum insanların isyan etseler bile feryatlarının en üst katlara ulaşmasına engel oluyor. Bir isyan çığlığı üst katlara ulaşana kadar kendiliğinden kısılıyor. Yoksulluğun, dışlanmışlığın ve sömürülmenin ortaklığında birleşen geniş kitleler bu dev gökdelenleri ele geçirip gökyüzündeki pembe bulutları fethedebilirler. Marks’ın çağrısında olduğu gibi dünyanın bütün işçilerinin zincirlerinden kurtulup birleştikleri güzel bir masal anlatmak istedim. Oyunun ismine baktığımızda Pembe Bulutlara Tırmanmak.. Masallarda filmlerde pembe panjurlu ev vurgusu vardır. Acaba siz de biraz ütopik olsun diye mi pembe seçtiniz? Sanki hiç gerçek olamayacak bir olay gibi. Çalışanlar hakkını alamaz hatta işveren karşısında birlikte hareket edemez gibi. Bulutların pembe renkli olması Bertolt Brecht ustamızın “Sezua’nın İyi İnsanı” oyununa bir selam duruşu olarak ortaya çıktı. Evet kabul ediyorum bu bir masal. Ancak masal kelimesine hangi anlamı yüklediğimiz önemli. Zira ben gerçekleri alıp hikayeye taşıyan bir yazar olmadım. Bunun yerine hikayelerden gerçek yaşamımıza hangi güzellikleri uyarlayabileceğimizin peşinde bir okur olmaya çalıştım. Öğretilen masallar kadın karakterlere beyaz atlı bir prensle evlenmenin tek olası mutlu son olduğunu söylerler. Ben bu oyunda stajyerlerin, motorlu kuryelerin, ofis insanlarının, duvar işçilerinin, boyacıların, matbaacıların yani emeğini satarak yaşamak zorunda olanların inanmak ve düşlemek isteyebilecekleri bir masal yazdıysam bu beni ziyadesiyle mutlu eder. SÖMÜRÜ ÇARKINDAKİ STAJYERLER İş hayatını biraz korkutucu betimlemişsiniz. İş hayatına yeni atılan hatta henüz stajyer olan biri oyunu izlediğinde umutsuzluğa kapılmaz mı? Ben nasıl betimlersem betimleyeyim iş hayatı korkutucu bir yer. Birilerine para kazandırabildiğiniz sürece yaşamınıza izin verilen bir simülasyon. Eskiden olduğu gibi yaşlı bir ustadan öğrendiğimiz kadim bir mesleki bilgi ve ahlakla ömrümüzün sonuna kadar aynı şekilde çalışabileceğimiz işler yok. Her gün değişen şeylere karşı uyum sağlayabilmemiz, kendi hayatımızdaki sorunlardan etkilenmeden sürekli performans vermemiz gerekiyor. Ve bir gün daha ucuza emeğini satmaya razı olan birisi için bizden kolayca vazgeçilebiliyor. Genç okurlar “ne var siz de çalışın ve değişimlere ayak uydurun” gibi düşünebilirler. Haklılar ve bunu yapmalılar. Ancak bir zaman sonra bedeninizin ve zihninizin enerjisi tükenmeye başladığında, motivasyonunuzu yitirdiğinizde veya hayattaki öncelikleriniz değişmeye başladığında gençken olduğu kadar verimli olamadığınızda ne olacak? Bu ikilemde henüz bir karar verebilmiş değilim. Stajyerlere gelirsek… Eskiden ücretsiz staj yapmanın önemli olduğunu, öğrenmek ve tecrübe kazanmak için herkesin bunu yapması gerektiğini düşünürdüm. Ancak bugün pek çok meslekte stajyerlik sömürünün yeni ismine dönüştü. Hatta bu oyunda olduğu gibi staj yapabilmek için şirketlere para ödeyen gençler var. Emeklerimizi sömürsünler diye şirketlere para veriyoruz. Oyunda sistemi alt üst edip, ayaklanmayı çıkartıp, işçilerin pembe bulutlara tırmanmasına öncülük eden karakterin bir stajyer olması ise çok sevdiğim bir durum. Zira stajyerler çoğu kurumda yönetici koltuklarında oturanlardan daha donanımlı, iyi eğitimli ve yetenekli. Ancak sömürüden en çok nasibini alan da onlar. Marks’a nazire yaparak toplumsal konumu gereği stajyerler toplumsal yapıyı sona erdirecek olan iradedir diyebiliriz. TEKİL İYİ ÖRNEKLER HİÇBİR VAAT VERMEZ Mesela oyunun ilk sahnesinde bir işçi yere düşüp ölürken CEO yani yönetici bunu umursamadan çalışanlara devam etmelerini söylüyor. Ve şartlar en zora girdiğinde bile kendini düşünüyor. Tüm yöneticiler böyle mi? Elbette ki bütün yöneticiler böyle değildir. Ancak oyun bir yerlerde çalışanlarına iyi davranan bir yönetici ile ilgilenmiyor. Oyun, kapitalizmin bir yöneticiden beklediği toplumsal tavırla ilgileniyor. Sistemsel bir kötülük ve sömürü sürerken tekil iyi örnekler bize hiçbir şey vaat etmiyor. Bir çalışan şans eseri iyi bir yöneticiye denk gelmeyi umarak emekçi sınıf için iyi bir gelecek kuramaz. Oyundaki her kişi toplumsal bir sınıfın karikatürü. Elbette böyle bir yönetici yok. Yalnızca işçiler iş cinayetlerine kurban giderken bile iyi bir yönetici karı maksimize etmeye çalışır. Kapitalizmin beklediği budur. Herhangi bir ilkesi olmaz. Anın gereklerine göre davranır ve bu onun için ilkesel bir sorun yaratmaz. Tiyatronun gökdeleninde kimler kimlerle yan yana geliyor peki? Tiyatro pandemi sonrası hangi sorunlarla baş etmeye çalışıyor? Çok sayıda tiyatronun kapandığına şahit olduk. Kalanlar ise yaşama mücadelesi veriyor. Düşünsenize size ne planladığınızı sorsak ve bize tatil, emeklilik, konser, yeni bir ev, yeni bir araba yerine yalnızca yaşamak diye cevap verseniz? Bu ancak büyük kıtlık ve savaş dönemlerinde olur. Demek ki tiyatro böyle bir dönemde. Daha kötüsü pandemide kirasını ödeyemeyen sanatçıları görerek büyüyen bir nesil var. Bu çok sayıda yetenekli gencin sanatçı olmaktan vaz geçip, ileride çocuklarına da bunu nasihat edeceği anlamına geliyor. Yani biz nesiller boyunca kültürel bir yoksullaşma yaşayacağız. Gittiğim her oyunda insanların oraya gelmekten ne kadar mutlu olduğunu görüyorum. Oyunu beğenmese bile mutlu olabiliyorlar. Zira toplumsal bir olayın parçası olmanın mutluluğunu yaşıyorlar. Kentlerdeki kalabalıklar bu mutluluğun tadını yeniden hatırladıklarında bir şeyler daha güzel olabilir. Ancak tiyatroların yeni yazarlar ve günümüz insanlarının arayışlarına cevap verebilecek yeni oyunlar üretebilmesi gerekiyor. Fakat karar alıcıların çoğu zaman genç yazarların eserlerini Arthur Miller, Shakespeare ve Çehov gibi yazarların ustalıklarıyla kıyaslayarak yetersiz görme hatasına düştüğünü gözlemliyorum. Bu da tiyatro repertuvarının bir türlü yeni, genç seyircilere hitap edememesine yol açıyor. CHAPLİN’İN GÖKYÜZÜNE BAKMASI Stajyerlere öneriniz son olarak :)) umutsuz olup isyan çıkarma fikrini düşünsünler mi :)) Chuck Palahniuk’un Fight Club romanının film uyarlamasında gökdelenler havaya uçarken bunu sevgilisiyle el ele ve büyük bir keyifle izleyen Edward Norton benim kuşağımı oldukça etkiledi. Nedense medeni dünyanın yok oluşunu izlemek, nükleer sığınakta şarkılar söylemek, ülke bayraklarını ve balya balya paraları yanarken seyretmek bize fazlasıyla haz verecek gibi. Distopik ve post apokaliptik romanları, filmleri seviyoruz. Demek ki bu medeni dünyada bizi rahatsız eden bir şeyler var. Bunun nedenlerini bilmiyorum. Ancak illa bir şey önermem gerekirse şunları söyleyebilirim. Günümüzde onurlu bir şekilde hayatta kalmak bile yeterince büyük bir kahramanlık. Eğer kötülük ve haksızlıkların yanında değil karşısında durabilme cesaretini gösteriyorsanız, tayt giyip pelerin takmanıza gerek yok. Siz bir süper kahramansınız. Sokak hayvanları için mama ve su taşımak, yaşlı insanlara poşetlerini taşımak için yardım etmek, dezavantajlı bireyler için bir şeyler yapmak, gittiğiniz restoranda size hizmet eden insanlara gülümsemek ve saygı duymak, hayatınızdaki insanlara sevgi göstermek… Bunlar küçük fakat, dünyayı olduğundan daha güzel bir yer haline getiren şeyler. Chaplin “Yere bakarsanız asla gökkuşağı göremezsiniz” der. Biz de bunu başaramayacak olsak bile pembe bulutlara bakıp, onları fethetmeyi düşlemekten vazgeçmemeliyiz.