“Sanayi 4.0” deyimi, 2010’lu yıllar ile birlikte literatüre girmişti. İlk duyulduğu yer ise 2011 yılında Almanya’da düzenlenen Hannover Fuarı olmuştu. Aradan geçen sürede, gelişmiş sanayisi olan ülke...

“Sanayi 4.0” deyimi, 2010’lu yıllar ile birlikte literatüre girmişti. İlk duyulduğu yer ise 2011 yılında Almanya’da düzenlenen Hannover Fuarı olmuştu. Aradan geçen sürede, gelişmiş sanayisi olan ülkeler bile yaklaşan tehlikenin farkına varmışlar, sanayi altyapılarını bu “Yeni dünya normali”ne uyumlu hâle getirmek için çalışmalara başlamışlardı. Çok iyi anımsarım. O yıllarda kıymetli hocam Prof. Dr. Yaşar Uysal ile birlikte Ege TV’de yaptığımız “Gerçek Ekonomi” programında bu konuları enine boyuna tartışmış, Türkiye’nin o günkü katma değer yapısı ile bu tsunaminin altında kalma olasılığının yüksek olduğunu vurgulamıştık. Ama ne gam! Tam da o yıl yapılan genel seçimlerin öncesinde, Türkiye’nin adeta ayaklarını yerden kesen hedefler paylaşılıyordu. // 2023 HAYALLERİ… 2011 yılı Mayıs ayında açıklanan o hedeflerde neler yoktu ki… Cumhuriyetin 100’üncü yılı olan 2023’te ihracatımız 500 milyar dolara, dış ticaret hacmimiz 1 trilyon dolara, milli gelirimiz 2 trilyon dolara, fert başına milli gelirimiz 25 bin dolara yükselecek; işsizlik yüzde 5’e inecek, ülkemiz dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girecekti. Bugün bu hedeflerin neresinde olduğumuzu hiç konuşmayalım dilerseniz. O günlerde de teknik olarak ulaşılması imkânsız hedeflerdi bunlar. Sadece 2020 ihracatımızın 170 milyar dolar, 2021 hedefimizin ise 200 milyar dolar olduğunu söylememiz yeterli sanıyorum. Şimdilerde ise Sanayi 4.0’a benzer bir tehlikenin “Yeşil Mutabakat”ta da yaşanma olasılığı artıyor. // 10 PUANLIK SINAV SORUNU Türk iş dünyası bu yeni sürece ve yakın zamanda ihracatımıza getireceği ek maliyetlere ne kadar hazır? Hepimiz için on puanlık sınav sorusu bu olmalı. Meseleyi kısaca özetleyelim… 2019 yılı Aralık ayında Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen tarafından açıklanan Avrupa Yeşil Mutabakatı (EU Green Deal), Avrupa Birliği’nin büyüme ve istihdamı artırma stratejisi olarak üzerinde mutabakat sağlanmış bir doküman. AB, “Fit for 55” olarak adlandırılan proje çerçevesinde karbon emisyonlarını 2030 yılına kadar 1990 seviyesine kıyasla yüzde 55 oranında azaltmayı hedefliyor. Bu projenin yüzlerce alt başlığı var ama birkaçını okurlarım için özetleyeyim: AB üyesi ülkeler “Yeşil Şirket”lere ciddi vergi avantajı sağlamanın yolunu açarken; termik ve nükleer gibi konvansiyonel enerji kaynaklarına verilen teşvikler sıfırlanıyor, ülkelerin bir plan dâhilinde bu enerji türlerinden tamamen ayrılması hedefleniyor. // İHRACATIMIZIN YARISI AB’YE Ve elbette yenilenebilir ve temiz enerji kaynaklarına yatırım… Temiz enerji yatırımları desteklenirken, bu alanda çalışan Avrupa kökenli firmaların AB dışındaki ülkelere yaptıkları yatırımların kredilendirmesinde büyük avantajlar sağlanıyor. Bu yeni ticaret sisteminin bam teli koşullarından biri ise gerekli kriterleri sağlayamayan işletmelerin AB pazarına ürün sokamayacak olmaları… Türkiye’nin 2020 yılında gerçekleştirdiği 170 milyar dolarlık ihracatın yarısını AB üyesi ülkelere yaptığı anımsandığında, bu yeni oyun planını doğru okuyamayan Türk şirketleri için yaklaşan tehlikenin büyüklüğü daha net anlaşılıyor. AB ülkelerine ihracat yapan şirketlerimiz gerekli aksiyonları almadıkları takdirde, ihracat faaliyetlerini sonlandırmaları bile söz konusu olabilecek. Çünkü Yeşil Mutabakat, geçmişte hayata geçirilen düzenlemeler gibi belirli bir ürün ya da ürün gruplarını kapsamıyor. Ticari değeri olan tüm ürün ve hizmetler için ortak kriterler getiriyor. // TURBUN BÜYÜĞÜ HEYBEDE! Ve “heybedeki büyük turp” Sınırda Karbon Düzenlemesi… Yeşil Mutabakat kapsamında AB’nin en fazla önem verdiği ve sera gazı emisyonlarını azaltmayı temel amaç olarak benimseyen düzenleme, AB’ye ihraç edilen ürünlerdeki karbonların fiyatlandırılmasını, bir başka deyişle vergilendirilmesini sağlıyor. AB’nin bu noktada stratejisi ise gerçekten dikkate değer… Birlik, Sınırda Karbon Düzenlemesi ile karbon emisyonunun azaltılması konusundaki sorumluluğunu ticari paydaşlarına da aktarıyor ve ithalat yaptığı ülkelerdeki üreticilerin de bu vizyonu benimsemesini sağlamaya çalışıyor. Bu sorumluluktan kaçan ya da kriterlere uygun şekilde yerine getiremeyen şirketlerin, AB pazarına ihracat yapamayacak duruma gelmeleri işten bile değil. Bu konuda en yüksek risk altında olan sektörlerin başında petrokimya, kimya, plastik, demir çelik, cam, çimento gibi hem yüksek enerji tüketen hem de yüksek emisyon değerlerine sahip sektörler geliyor. // TÜKETİCİLER DE DEĞİŞECEK AB’nin Yeşil Mutabakat’taki amacı sadece dış ticaret kanallarını, belirlediği kriterlere göre dizayn etmek değil. 27 ülkede yaşayan tüketicilerin davranışlarında da köklü değişimler ve farkındalık yaratmayı hedefliyor. Türk ihracatçılarının AB pazarına ihracat yapmaya devam edebilmesi için Yeşil Mutabakat kriterlerinin sağlanabilmesi; iş dünyası ve ekonomi yönetiminin il ve değişmez gündem maddesi olması gerekiyor. Bu konuda ilgili bakanlıkların koordinasyonu sağlamak amacıyla oluşturulan ve 16 Temmuz tarihli Resmi Gazete’de kuruluş esasları yayınlanan “Yeşil Mutabakat Çalışma Grubu”, evet önemli bir adım. Ancak ne kadar yeterli olduğunu zaman içinde anlayacağız. // ASIL GÖREV İŞ DÜNYASINDA Asıl görev ise iş dünyası temsilcilerine düşüyor… Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ile Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) başta olmak üzere, Türk ihracatçılarının çatı kuruluşları vakit geçirmeden bu yeni duruma göre vaziyet almalılar. İzmir özelinde ise Ege Bölgesi Sanayi Odası, Ege İhracatçılar Birliği ve İzmir Ticaret Odası’nın tek bir ses olarak ortak bilgilendirme ve çözüm arama toplantıları düzenlemeleri gerekiyor. Köşe haberimizin sınırlı ölçüsünde konunun önemine dikkat çekmek istesek de meselenin büyüklüğü karşısında endişe etmiyor değilim. Hele ki Sanayi 4.0 konusundaki vurdumduymazlığımızı anımsadığımda… PARİS İKLİM ANLAŞMASI’NI NEDEN HÂLÂ ONAYLAMIYORUZ? Yeşil Mutabakat üzerine kafa yorarken, Paris İklim Anlaşması meselesini de anımsatmak gerekiyor. Türkiye’nin 2016 yılında imzaladığı Paris İklim Anlaşması, TBMM’de kabul edilmediği için an itibarıyla yürürlüğe girmiş değil. Küresel ısınmanın yarattığı etkileri en aza indirmek için 2015 yılında son hâli verilen anlaşmaya imza atan Türkiye, parlamentosunda anlaşmaya onay vermeyen 10 ülkeden biri olma özelliğini koruyor. Bu önemli anlaşma, sera gazı emisyonunu 2030’a kadar 56 milyar ton düşürmeyi ve bu sayede küresel sıcaklık artışını yüzyılın sonuna kadar 2 derecenin altında tutmayı hedefliyor. Anlaşma ile taraf ülkelerin, fosil yakıt kullanımını azaltarak yenilenebilir enerjiye yönelmelerini amaçlanıyor. 22 Nisan 2016’da New York’ta 175 ülke temsilcisiyle birlikte bu anlaşmaya imza koyan ülkemiz, dört yıldır TBMM’de onay mekanizmasını çalıştırmıyor. G20 ülkeleri içinde Paris Anlaşması’nı onaylamayan maalesef tek ülkeyiz. Anlaşmayı parlamentolarında onaylamayan ülkeler arasında Sudan, Yemen, Eritre, Irak, Angola gibi dünyanın en geri kalmış ülkeleri yer alıyor. Ülkemizin bu ülkelerle aynı kategoride yer almasının büyük haksızlık olduğunu düşünüyorum.  

BU “YAT”IŞIN MALİYETİ ÇOK YÜKSEK OLACAK…

Enerji sektörü ve onun özelinde yenilenebilir ve temiz enerji kaynakları, köşe haberlerimizin başlıkları arasında sıklıkla yer alıyor. Son on yılda rüzgâr ve güneş enerjisi başta olmak üzere yenilenebilir enerji kaynaklarına ciddi yatırım yapan Türkiye’de, enerji sektörünün önemli sorunlarından biri de arz fazlası üretim. Bu durumun başlıca sebepleri arasında, elektrik tüketiminin tahmin edilen oranların altında artması geliyor. Hatta bazı yıllar -ekonomik krizlerin de etkisi ile- elektrik tüketimi bir önceki yıla göre düşüş kaydedebiliyor. Elektrik üreten santrallerin çalışma sistemleri, dikiş makinesini çalıştırıp durdurmak kadar kolay olmuyor. Bir santralin devreye alınması, arıza kaynaklı plansız duruşa ya da bakım duruşuna geçmesi, mühendisleri en fazla zorlayan etkenlerin başında geliyor. // ÜRETİLEN SATILAMIYOR Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, alım garantileri yüzünden satın almak zorunda olduğu ama dağıtım şirketlerine satamadığı enerjinin üretimini kısma yollarını gündemine almış durumda. Bu yolların başında ise “YAT” olarak tanımlanan “Yük At” uygulaması geliyor. Kısa adı JES olan Jeotermal Enerji Santralleri, tüketimin düştüğü gece saatlerinde YAT emri alan, devreden çıkmaları istenen santraller arasında ilk sırada geliyor. Ancak bu söylendiği kadar kolay değil. Jeotermal Enerji Sanayicileri Derneği (JESDER) Yönetim Kurulu Başkanı Ufuk Şentürk, Enerji Günlüğü haber sitesinin kurucusu meslektaşımız Mehmet Kara’ya yaptığı açıklamada, yerli ve yenilenebilir kaynaklarla enerji üreten santrallerin uygulama dışında tutulmasını istiyor. Ufuk Bey açık açık söylemese de lafı doğalgaz çevrim santralleri ve ithal kömür kullanan termik santrallere getiriyor. // İŞ “YAT” DEMEKLE OLMUYOR Ve yaşadıkları zorlukları şöyle ifade ediyor: “YAT emri aldığımızda yüzlerce metre derinden çekilen jeotermal akışkan ilk olarak kuyuların yanındaki havuzlara alınmaya başlıyor. Havuzlar dolunca akışkanı santralin ana havuzuna basmamız, bunun için de şebekeden elektrik çekmemiz gerekiyor. Ayrıca havuzlardaki akışkanı reenjeksiyon yolu ile yeniden yeraltına basmamız lazım. Yani elektrik üretimini durdursak bile su sirkülasyonunu kesemiyoruz. Yüzlerce metre derinde yüksek sıcaklıklarda çalışabilen kuyu pompalarımız var. Üretim durduğunda sıvı sirkülasyonu yaşanmadığı için yüksek ısıya maruz kalan pompalar arızalanıyor. Sadece bozulan pompayı yüzeye çıkarmanın maliyeti 50 bin dolar. Eğer tamir edilemiyorsa –ki büyük olasılıkla tamir edilemiyor- yenisini almak yaklaşık 500 bin dolar. Aç-kapa sırasındaki operasyonun işletmelere maliyeti 300 ilâ 500 bin dolarları bulabiliyor. TEİAŞ yetkililerine bu durumu anlatıyoruz.” Milyonlarca dolarlık yatırım yapılan santrallerin temsilcilerine kulak vermekte yarar var. “Elektrikten tasarruf sağlayacağız” kaygısı ile yerli ve yenilenebilir kaynaklardan enerji üreten işletmelere zarar verilmemeli.  

HEY GİDİ BEKRİ MUSTAFA HEY!

Allah uzun ömür versin, Türk siyasetinde yarım yüzyılı aşkın süredir yer alan bir siyasetçimiz var. Kendisini ne zaman bu sütunlarda eleştirsem, gazetenin yayınlandığı gün cart diye bir basın açıklaması yaparak, söylediklerimi tekzip yoluna gidiyor. Kendisine ve basın ekibine defalarca anlatmaya çalıştım, “Haber tekzip edilir, yorum tekzip edilmez” diye. Ama anlaşamadık bir türlü. Ben de sıkıldım bu işten. Ona rağmen, “yanıt hakkına saygımız” gereğince kıymetli fikirlerini köşemize taşıdık. Ancak bir zamanlar Çin Devrimi’nin önderi Mao’yu adeta tarikat şeyhi gibi kabul eden bu meşhur siyasetçimizi, Dünya İslami Uyanış Kurultayı’nda konuşma yaparken gördüğümde, bir de ülkemizi temsil ettiğini duyduğumda… Yine yerimde duramadım, kanım kaynadı! // NAMAZ KILDIRAN BEKRİ Halk arasında ayyaş Bekri Mustafa olarak bilinen ünlü halk kahramanımızı anımsadım her nedense! Efendim… Elinden şarap şişesini, kafasından kavuğunu düşürmeyen Bekri Mustafa, yine günlerden bir gün sokaklarda umarsızca dolaşıyormuş. Bir caminin önünden geçerken, Allah’a saygısızlık olmasın diye şarap şişesini iç cebine sokuşturmuş. Tam da o sırada namazdan çıkan cemaat, yoksul bir garibanın musallada yatan cenazesinin başında saf tutmaya başlamış. Ama cenaze namazını kıldıracak hoca ortalarda yokmuş. Cemaat bu yakıcı soruna cevap ararken içlerinden biri, cami avlusunun girişinde gördüğü kavuklu Bekri Mustafa’ya seslenmiş: “Hocam gel şu garibanın cenazesini kaldıralım. Geç başımıza, sevaba girersin.” Bekri Mustafa şaşkınca sağına soluna bakınırken, cemaatten biri kolundan tuttuğu gibi tabutun başına getirip bırakmış. // KULAĞINA NE FISILDADI? Namazı kıldıran Bekri, cemaatin sağına ve soluna “Esselamü Aleyküm ve Rahmetullah” selamını verdirdikten hemen sonra “Bir dakika” demiş… Tabutu sırtlamaya hazırlanan cemaatte “geri çekilin” diye işaret etmiş. Tabutun örtüsünü usulca kaldıran Bekri Mustafa, kapağını açmış, müteveffanın kulağına eğilmiş, sırıtarak bir şeyler fısıldamış. Sonra yine usulca tabutun kapağını kapatmış, örtüsünü örtmüş. Adeta nefeslerini tutan cemaat, “Bizim Hoca acaba yoksulun kulağına ne fısıldadı” diye meraktan ölecekmiş. Bekri Mustafa avludan çıkarken merakları gidermiş: “Ruhunu teslim ettin, ebedi âleme yolculuğa başladın, uğurlar olsun. Gittiğin yerde seni durdururlar ‘Geldiğin dünyanın ahvali neydi’ diye sorarlarsa, ‘Bekri Mustafa imam oldu, yetmezmiş gibi bir de cenaze namazımı kıldırdı’ dersin. Seni dinleyenler vaziyeti anlar dedim” demiş…

ORMANLARA GİRİŞ ÇIKIŞLAR DERHAL YASAKLANMALI!

Son bir haftadır haberleri kahrolarak izliyor, zümrüt yeşili ormanlarımızın cayır cayır yok oluşuna tanıklık ediyoruz. Ülkemizin pek çok şehrinde onlarca noktada birkaç gün içinde yangın çıkması, asla tesadüf olmayan organize bir saldırıdır. Türkiye ile ilgili defterlerini kapatmayan kim varsa aynı anda harekete geçerek ülkeyi cehenneme çevirmeyi amaçlıyor. Her türlü şatafata ve gösterişe kaynak buluveren devlet, iş yangın söndürme uçaklarına geldiği anda bin türlü mazeret uyduruyor. Türk Hava Kurumu’nun uçakları arızalıymış, uçamıyormuş, bakımları yapılmamış vs… Kimse de “Sana ne kardeşim Türk Hava Kurumu’ndan, Bakanlık olarak kendin uçak alamadın mı” diye sormuyor. 780 bin kilometrekarelik koca ülkede sadece üç yangın söndürme uçağı görev yapıyor. Onlar da Rusya’dan astronomik bedeller karşılığında kiralanan, devasa boyutta oldukları için derin vadiler ve engebeli arazilerde kullanılamayan uçaklar… // İZMİR İLK ADIMI ATMIŞTI Bu tartışmayı büyütecek zamanda değiliz. Bugün ilk görevimiz yangın söndürme ekiplerimize ve yerel yöneticilere her türlü desteği sağlamak. İkinci görevimiz ise Türkiye'nin tüm ormanlarına giriş çıkışları ikinci bir emre kadar yasaklamak… Daha iki hafta önce bu köşede dile getirmiştik. İzmir'de Valimiz Yavuz Selim Köşger’in kararı ile 30 Ekim’e kadar il genelindeki ormanlara tüm giriş çıkışlar yasaklandı. Geçen haftaki yangın felaketi sonrasında İstanbul ve Çanakkale’nin de aralarında olduğu birkaç ilde daha benzer kararlar alındı. Ülkemizin tüm ormanlarında gezen tozan, spor yapan, mangal yapıp zıkkımlanan kim varsa derhal şüpheli sıfatı ile tutuklanmalı. Unutmayalım, darbe kalkışmasından hiçbir farkı yok yaşadıklarımızın. Geleceğimiz yanıyor!   HAFTANIN SÖZÜ Geçmişi bir kitap gibi kullanın, eviniz gibi değil… Richard Wilkinms