Garip bir milletiz vesselam… 11 yıl kesintisiz süren savaşın sonunda 1923’te bağımsızlığını kazanan genç Cumhuriyet, salgın hastalıklarla boğuşan, eğitimsiz, yoksul bir ülke olmasına rağmen özgüveni...

Garip bir milletiz vesselam… 11 yıl kesintisiz süren savaşın sonunda 1923’te bağımsızlığını kazanan genç Cumhuriyet, salgın hastalıklarla boğuşan, eğitimsiz, yoksul bir ülke olmasına rağmen özgüveni yüksek bir millete sahipti. O özgüveni aşılayan da kuşkusuz Atatürk’tü. Ancak zaten az sayıda olan yetişmiş insan kaynağını, savaşların cankırımlarında yitirmişti. Bazılarımızın bugün hâlâ öykündüğü Osmanlı, ülkeyi uçurumun eşiğine getirip bırakmış, soytarı padişahlar, kurtuluşu İngiliz zırhlılarına binip kaçmakta bulmuştu. O Osmanlı’nın geride bıraktığı ekonomik enkazın borçlarını, ta 1954 yılına kadar ödedik. Etimiz budumuz belliydi. Sınırlarımızı canımız pahasına korumak ve büyük bir kalkınma (büyüme değil) seferberliği başlatmak zorundaydık. Öyle de yaptık… YA CAHİLSİN YA DA… Yerli üretimi artıran pırlanta gibi fabrikalar, yurdumuzun dört bir yanında inşa edildi ve devreye alındı. Atatürk’ün vefatından hemen sonra, 1939’da patlak veren 2. Dünya Savaşı en ciddi sınavımız olacaktı. 2’inci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, tüm subaylık yaşamı savaş meydanlarında geçmiş bir askerdi. Türkiye’nin bu savaşa girdiği anda, 1923’te kan ve gözyaşı ile elde edilen büyük kazanımların yok olacağını çok iyi görüyordu. Bu nedenle ülkesini savaşın dışında tutmak için tüm siyasi zekâsını kullandı ve başarılı da oldu. O İnönü’ye yöneltilen eleştiriler arasında, “2’înci Dünya Harbi’ne Türkiye’yi sokmadı, milletin erkekliğini öldürdü” yalanı vardı. Okurlarımdan af dileyerek, ancak ve ancak bir gerizekâlının ya da zırcahilin söyleyebileceği bu eleştirinin ne kadar gerçekçi olup olmadığını sorgulamanızı istiyorum. Tarihten bir anı eşliğinde tabii… Tam 77 yıl önce, tarih 4 Aralık 1943… Cumhurbaşkanı İnönü, Mısır’ın başkenti Kahire’de İngiltere Başbakanı Winston Churchill ve ABD Başkanı Franklin Roosevelt ile görüşüyordu. ABD ve İngiltere; adeta hastalıklı ve takıntılı bir ruh haliyle mutlaka kendi yanlarında savaşa girmemizi istiyor; müttefik hava kuvvetlerinin Türkiye’de üslenmesini talep ediyorlardı. Ancak İnönü; Nazi Almanyası Bulgaristan’ı işgal etmiş ve Edirne’ye dayanmışken, koca Türkiye’nin müttefiklerin birkaç uyduruk savaş uçağı ile savunulamayacağını biliyordu. Kartlarını açık oynuyordu. AYNI HATAYA DÜŞMEDİK Kahire’de “müttefiklerin kendi sorunlarını çözmek için Türkiye’yi ateşe atmalarına izin vermeyeceğini, Osmanlı’nın yaptığı hataları asla tekrarlamayacaklarını” söyledi. Türkiye, Nazi Almanya’sını oyalayacak ve müttefiklere zaman kazandıracak büyük bir lokmaydı. Karşısındaki yorgun adamları yokuşa sürüyor, kabul edemeyeceklerini bildiği teklifler sunuyordu. Şayet Türk ordusu yeterince donatılacak olursa, Türkiye hatırı sayılır bir rol oynamamak için savaşa katılabilirdi. Yine bir savaş kahramanımız olan ve savaşın ne demek olduğunu çok iyi bilen Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın yüksek seviyedeki talepleri belirleyici oluyordu. Churchill aynı yılın ocak ayında da, Adana’da bir tren vagonunda İnönü ile görüşmüş, “12 Adaları size veririz” havucunu uzatarak bizi savaşa sokmak istemişti. Ne düşünüyorum biliyor musunuz? Bir zamanlar tiryakisi olduğum mizah dergisi Gırgır’daki “En Kahraman Rıdvan” tiplemesine benzer birisi, İnönü’nün koltuğunda oturuyor olsaydı, halimiz nice olurdu? “Ben milletimin erkekliğini öldürtmem” deyip, anasının gözü emperyalist kurtların uzattıkları havuçlara ağzını açsaydı, bugün ne özgür bir vatanımız ne de erkekliğimiz vardı. Allah korumuş ülkemizi… Okurlarıma önemli bir not: Tarihi gerçekleri, kitap okumayı çoktan unutmuş siyasetçi esnafından dinlemekten lütfen vazgeçiniz. Türkiye’nin 1939-1945 arasındaki dış politikasını konu alan çok sayıda yerli ve yabancı kaynak bulunuyor. İngilizlerin ünlü tarihçisi Edward Weisband’ın kaleme aldığı “2. Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası” adlı eserini, bir İngiliz’in gözüyle olayları tarafsızca analiz etmesi bakımından tüm okurlarıma öneririm.  

İKİ MURAT’A SORU SORAN OLMAYACAK MI?

Merkez Bankası, bir ülkenin ekonomi yönetiminde en saygın, en yetkin, en liyakatli beyinlerinin çalıştığı kurumların başında gelmelidir. Pekâlâ Türkiye’de de öyle midir? Kesinlikle öyledir. Ekonomi muhabirliğim dönemimde Merkez Bankası’nın Başkanı ya da tepe yöneticisi konumunda olan pek çok insanı izleme şansına sahip oldum. Hepsinin dünyayı çok iyi analiz eden yüksek ekonomi bilgisine, entelektüel birikime sahip olduklarının tanığıyım. 1930 yılında kurulan ve 90 yılı geride bırakan Merkez Bankamızın resmi ünvanında “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası” yazması da bu liyakat ve bağımsızlığın göstergesidir. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün imzası olan bu yaklaşımda, “Cumhuriyeti” denmemesinin sebebi, Türk Lirası’nın ve dolayısıyla Türkiye’nin itibarını koruma görevi verilen Bankanın, bu görevi en bağımsız şekilde yapabilmesini sağlamaktır. DURMUŞ BEY’E KULAK VERİN Ancak son beş yılda Merkez Bankamızın gerek başkanlarının gerekse Para Politikası Kurulu (PPK) üyelerinin bu liyakatten hızla ayrıldıklarını söylemek güç değil. Merkez Bankası’nın internet sitesine girdiğinizde sizi karşılayan cümle, “Merkez Bankası’nın temel amacı fiyat istikrarını sağlamaktır.” cümlesidir. Temel işlevi enflasyonu kontrol altına almak olan MB’nin, bu görevini hakkı layıkıyla yaptığını söyleyebilir miyiz? Hayır! Bankanın görev ve sorumluluklarında üç numaralı maddede, “Ülkemizdeki döviz kuru rejimini Hükûmet ile birlikte belirlemek, biçimlendirmek ve uygulamak, Bankanın bir diğer görevidir.” cümlesi yazar. Pekâlâ Banka yönetimi bu görevini hakkı layıkıyla yapmış mıdır? Kesinlikle hayır! 2006-2011 yılları arasında TCMB Başkanı olan Durmuş Yılmaz, “35 sene Merkez Bankası’nda görev yaptım. Ülkemizin en sıkıntılı ekonomik ambargo günlerine tanıklık ettim. Banka rezervinin sıfıra yaklaştığına tanık oldum ama eksi 55 milyar dolar olduğunu hiç görmedim.” diyor. NEREDE 130 MİLYAR DOLARIMIZ? Şimdi… Yanıtlamamız gereken 10 puanlık sınav sorusu şu: Son iki senede bu yoksul milletin 130 milyar dolarını kimler, nasıl ve hangi gerekçe ile cayır cayır yaktı? Merkez Bankası eski başkanları Murat Çetinkaya ve Murat Uysal ile PPK üyelerinin, hangi nesnel kararlar ve ekonomik gereklilikler ile bu kararları verdiklerinin sorgulanması gerekmiyor mu? Her iki başkanın da bu sorulara tatmin edici cevap vermeleri gerekmez mi? Daha ileri gidiyorum… Bu iki başkanın yargılanmaları ve birinci dereceden sorumlu oldukları süreçler hakkında “Türk Milleti adına karar veren” mahkemelere hesap vermeleri gerekmiyor mu? Bugün ülkemiz –Allah korusun- bir saldırı ya da işgal girişimine uğrasa, ekonomik ambargolara maruz kalsa kendimizi hangi kaynak ile savunacağız? Kefen parası olarak adlandırılan ihtiyat akçesi bile sıfırlanmış bir Merkez Bankası’nın son iki başkanının, en azından vergi mükellefi olan bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak bana hesap vermesi gerekiyor… Dünyanın herhangi bir gelişmiş ülkesinde benzer bir durumla karşılaşılsa, sorumlu noktada olan bürokratlar kamuoyunun önüne çıkarak hesap verirler ve kendilerini aklamaya çalışırlar. Bizde ise maşallah sütre gerisine yatmakta pek mahirler… Ve son sorum, ciddi ve soğukkanlı duruşu ile piyasalara güven telkin eden Merkez Bankası’nın yeni Başkanı Sayın Naci Ağbal’a… Kendisine duyulan güveni her an sarsma potansiyeli olan Para Politikası Kurulu kadrosu, en yakınında ve tam kadro olarak bulunmaya devam ediyor. Yukarıda bahsettiğim akıl almaz hataların müsebbipleri konumunda olan PPK üyeleri yerlerinde oturmaya devam edecekler mi? Bankaları sopalayarak kredi vermeye zorlayan, ön kapıyı kapatıp arka kapıdan kamu bankaları kanalıyla piyasaya döviz satılmasına sebep olan bu kadro görevde kaldığı sürece, üstat Naci Ağbal’ın işinin giderek zorlaşacağını söylemek güç değil.  

TEPAV, TOBB’U YETERİ KADAR BİLGİLENDİRMİYOR MU?

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye’nin en etkin ve en varlıklı sivil toplum örgütlerinin başında geliyor. Bünyesinde TOBB Eğitim ve Teknoloji Üniversitesi (TOBB ETÜ), Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) gibi çok güçlü birikime ve altyapıya sahip kurumlar bulunuyor. (TEPAV Direktörü Prof. Dr. Güven Sak ve TEPAV Danışmanı ve TCMB eski Başkan Yardımcısı Fatih Özatay’ın Dünya Gazetesi’ndeki yazılarının tiryakisi olduğumu belirtmeliyim.) Bu kadar yetkin ekonomistin adeta bilgi sağanağına tutulduğu TOBB’da şu basit sorunun yanıtını duyabilmiş değiliz: Sayın Cumhurbaşkanı’nın yıllardır savunduğu “Faiz sebep, enflasyon neticedir” teorisine TOBB’un kurumsal bakışı ne yöndedir? Son iki yıldır, bu teorinin test edilmesi ile içine yuvarlandığımız durum ortada iken, Türk iş dünyasının temsilcilerinin ne düşündüklerini doğrusu çok merak ediyoruz. Haklı bir merak bu… TOBB NE DÜŞÜNÜYOR? 83 milyon vatandaşın hayatiyetini ve gelecek umutlarını etkileyen bu kritik konuda, “Evet bu teori doğrudur, uygulanmalıdır” ya da “Hayır, bu teorinin doğru olduğuna yönelik dünya ekonomi politiğinde tek bir örnek yoktur.” görüşlerinden hangisini savunuyor TOBB? Kendi düşüncemi paylaşmama izin verir misiniz? Az önce isimlerini zikrettiğim, dikkatle izleyip feyz aldığımız Güven Sak ve Fatih Özatay hocaların yorum ve beyanlarında Sayın Cumhurbaşkanımızın teorisinin doğru olmadığını düşündüren çok sayıda açıklamaya rastlamak mümkün. Bilmiyorum, şayet TOBB’un söylem ve politikalarını besleyen kurumlar, bu yönde raporlar / öneriler getiriyorsa, Birlik yönetimi bu doğruları neden ifade etmiyor? Şayet, Sayın Cumhurbaşkanının teorisine destek veriliyorsa, bu görüşleri de duymak ve üzerinde kafa yormak hakkımız değil mi? TOBB’un iş dünyası için taşıdığı kritik önemi bilen ve büyük önem veren bir gazeteci olarak, dostça bir eleştiriyi de dile getirmek isterim: 90’LARDA YAŞAMIŞTIK… Ülkenin ve iş dünyasının gerçeklerinden hızla kopan, sorumluluğunda olmayan pek çok işe milyarlarca liralık kaynağı tahsis eden (Devlete helikopter almak, Demokrasi Adası inşa etmek vs gibi) bir TOBB ile karşı karşıyayız. Siyasi tartışmaların içine hiç vakit kaybetmeden taraf olarak, siyasetçilere “Bir emriniz var mı? diye soran Sn. Rifat Hisarcıklıoğlu, 20 yıldır TOBB Başkanlığı koltuğunda oturan deneyimli bir iş insanı. Kendisinin de TOBB camiasında aktif olduğu 90’lı yıllarda, TOBB başkanları ve yönetimlerinin siyasilerle iç içe olmasının camiaya ne kadar büyük zarar verdiğini hep birlikte gördük. Sn. Hisarcıklıoğlu ile birlikte 365 oda ve borsamızın saygın başkanlarının, siyaset kurumu ile ilişkilerinde çok dikkatli ve yapıcı davranmaları gerektiğini düşünüyorum. Üye ve delegelerinin oyları ile seçilerek görevlerine gelen başkanlarımızın, her siyesi görüşten iş insanının temsilcisi olduklarını unutmamalarını, basit siyasi angajmanların tarafı olmamaya özen göstermelerini diliyorum. Geçmişte yapılan hataları tekrarlayarak, güzide kurumların yapılarına zarar verdiklerini hiç unutmamalılar…  

KENDİ KENDİSİNİ YOK EDEN ADAM

Onu, milli sporumuz güreşteki şampiyonlukları ile hep alkışlamıştık. Dünya şampiyonaları ve olimpiyatlarda sergilediği üstün başarılarla gururlanmıştık. Sonra kim aklına girdiyse siyasete soyundu. Üç ayrı kamu kurumunda üç farklı özegeçmişi olması dikkatlerden kaçmamıştı. Hem Cumhurbaşkanı Başdanışmanı hem Gençlik ve Spor Bakan Yardımcısı hem de –ne alakası varsa- Vakıfbank Yönetim Kurulu Üyesi görevlerini sürdürüyordu. Ortaokul mezunuydu ama sahte lise diploması ile üniversiteye devam etmiş, hatta yüksek lisans yapmıştı. En can alıcı davaları takipteki başarılarıyla dikkat çeken Halkın Kurtuluş Partisi hukukçuları, Yerlikaya’nın 2001 yılında sonuçlanan davasının dosyasına ulaştı. Sonuç tam bir rezaletti. Aslında Hamza’nın diplomasının sahte olduğu biliniyordu. Biz de bu köşede bu konuya birkaç kez değinmiştik. Her nedense sihirli bir el, 20 sene önceki mahkeme kararını gözlerden saklamayı başarmıştı. Ancak gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu olduğu unutulmuştu. Mahkeme kararı haber yapılınca, rezalet olanca açıklığı ile gün ışığı görmüş oldu. Ortaokul mezunu olmak ayıp ya da utanılacak bir durum değildi kuşkusuz… Ama sahtekârlık yapmak utanılacak bir hareketti. Olmadı, Hamza’ya yakışmadı… Üç evladına, gurur madalyalarının yanında, bu utancın vesikası gazete haberlerini de bırakmış oldu. Yazık etti kendisine. Adeta kendi kendisini yok eden adam rolünü gönüllü oynamak istedi. Şimdi takke düştü, kel göründü. Hamza Yerlikaya’nın yapacağı en doğru iş, görevlerinden istifa ederek köşesine çekilmek, utancı ile baş başa hayatını sürdürmek.

İZMİRLİ GEZGİNDEN İTALYA GEZİ REHBERİ

İtalya… 14’üncü yüzyılda uç veren Rönesans devriminin doğuşunu; sanat, bilim, felsefe ve mimarlıkta insanın sınırlarını nasıl zorlayabileceğini hepimize izleten ülke… İmkânı olan okurlarımın, İtalya’ya bu gözle bakabilecekleri bir seyahat planlamalarını öneririm. Elbette Kovid-19 belasını savdıktan sonra. Bu seyahatte sizlere yarenlik edebilecek bir kitap önermek istiyorum. İzmirli gezgin ve profesyonel turist rehberi Mehmet Muammer Ertan, hem mesleğinin inceliklerini çok iyi bilen hem de entelektüel birikimi ile de saygıyı hak eden bir dostumuz. Otuz yıldır binlerce insanı İtalya’da gezdiren Ertan, bu deneyimlerinden damıttıklarını “İtalya’da Bir Gezgin” adlı kitabında topladı. Gita Yayınları’ndan çıkarak raflarda yerini alan bu yapıta büyük emek verdiğinin tanığıyım. Aralarında Milano, Torino, Napoli, Roma, Venedik, Floransa, Siena, Pisa, Matera, Assissi, Perugia, Bologna, Cenova, Portofino, Amalfi Sahilleri, Cinque Terre, Verona’nın da olduğu 34 İtalya kentinin tüm güzelliklerini, özgün rotalar eşliğinde ve çektiği muhteşem fotoğraflarla anlatan bir kitap hazırladı. “İtalya’ya rehbersiz, biraz yabancı dil bilen ve tek başına giden bir okurum, bu kitap sayesinde rahatça gezebilir.” iddiasında Mehmet Ertan. İtalya'yı yazarken, bir rehber kitabın ötesinde çalışma olması gayretinde olduğunu belirten Ertan, “Bu yüzden diyorum ki bu, ne Lonely Planet tarzı bir rehber kitap, ne de yüzeysel tarzda yazılmış bir gezi kitabıdır. Bir bir yaşanılmış seyahat deneyim ve anıların, o şehrin tarihi, doğası, mimarisi, sanatı, kültürü ve mutfağıyla ilgili, büyük emek verilerek toplanmış bilgileriyle harmanlanıp okuyucuya sunulmasıdır. Umarım beğenilir ve zevkle okunur.” diyor. Kitapseverlere hararetle tavsiye ederim.   HAFTANIN SÖZÜ Hayatı seviyor musun? Öyleyse zamanı çarçur etme, çünkü hayat ondan ibarettir. Benjamin Franklin