“Milletin hayatiyeti söz konusu olmadıkça, savaş bir cinayettir…” Ömrü savaş meydanlarında geçmiş bir büyük asker, Mustafa Kemal Atatürk kuruyor bu cümleyi… Bugünlerde Libya çöllerinde, sonu belirsi...

“Milletin hayatiyeti söz konusu olmadıkça, savaş bir cinayettir…” Ömrü savaş meydanlarında geçmiş bir büyük asker, Mustafa Kemal Atatürk kuruyor bu cümleyi… Bugünlerde Libya çöllerinde, sonu belirsiz bir maceraya atılmaya hazırlanan Türk Silahlı Kuvvetleri için yüreklerimiz sıkışıyor. Dualarımız kuşkusuz Mehmetçiğimiz ile… Libya’nın yüzde 90’ını elinde tutan General Hafter’in daha şimdiden Mehmetçiğimize karşı hasmane açıklamalar yapması endişelerimizi artırırken, AKP’nin adeta tel tel dökülen dış politikasının hangi maliyetleri önümüze sereceğini bilmiyoruz. Bugün siz sevgili okurlarıma, Türk siyasal tarihinden çok özgün bir örnek vererek, bugünler için aklınızda daha fazla soru işareti oluşmasına yardım etmek istiyorum. 2’inci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, savaşın yarattığı felaketleri bizzat yaşamış deneyimli bir asker olarak, zekâ dolu dış politikası ile maceraya atılmadan ülkesini İkinci Dünya Savaşı’nın dışında bırakmayı başardı. // HAKKI UYAR’IN KALEMİNDEN… Ama nasıl? Şimdi size sevgili dostum, ağabeyim, Dokuz Eylül Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakkı Uyar’ın araştırmalarını kaynak alarak, o dış politika uygulamasından birkaç örnek vereceğim. (Ege Meclisi, 6 Aralık 2019) Siz Libya’ya asker gönderme tartışmalarının ışığında bu dış politikayı muhakeme edebilirsiniz. 1939-1945 yılları etkileri tüm ülkelere yayılan İkinci Dünya Savaşı Türkiye’yi de olumsuz etkilemekteydi. O yıllarda nüfusu 19 milyon olan Türkiye’de asker sayısı da 1937'de 150 bin civarındaydı. Savaş yıllarında asker sayısı 1,5 milyona ulaştı. Genç ve orta yaşlı erkek nüfusun büyük bölümü askere alındı. Bugünün Türkiyesi’nde 6,5 milyonluk bir ordunun tahkim edilmesi gibi bir durumdan bahsettiğimizi unutmayınız. Bu durum kuşkusuz ülkedeki ekonomik dengeleri sarstı ve üretimi büyük oranda düşürdü. Bir taraftan Hitler Almanya’sı diğer taraftan Stalin Rusya’sı başımızı belaya sokmak için birbirleri ile yarışıyordu. Türkiye bir denge oyunu oynayarak savaşın dışında kalmaya çalışıyordu. Üretimin düşmesi, fiyat artışını ve karaborsayı doğurdu. İthalat da savaş nedeniyle neredeyse yok derecedeydi. Ülke ekonomisini düzenlemek için üç önemli yasal düzenleme yapıldı: Milli Korunma Kanunu, Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi. Pek çok tüketim maddesi, bugün siyasi tarihin T’sinden habersiz siyasetçilerin eleştirdiği şekilde karneye bağlandı. // AÇ KALDIK, BABASIZ KALMADIK Türk çocukları, bazen aç kalmış ama babasız kalmamıştı. Türkiye’nin bu saçma sapan savaşın dışı kalması kesin bir zorunluluktu. Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy gibi Milli Mücadele’nin yürütücüsü ve Cumhuriyetin kurucusu isimlerin hiçbiri savaşa girmekten yana değildi. Çünkü bu zeki adamlar, Birinci Dünya Savaşı’nın genç kurmay subayları ya da bürokratlarıydı. Savaşın yarattığı tahribatı gözleriyle görmüşlerdi. İsmet Paşa da, macera peşinde koşarak Türk askerini Turan hayalleri Allahü Ekber dağlarında donduran Enver Paşa’lardan çok farklıydı. O diplomasi eğitimini Atatürk’ün yanında almıştı. Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa çekmek isteyen Almanya ve Rusya, İnönü’ye bir takım sevimli vaatlerde bulunuyorlardı. Bu vaatler arasında 12 Adalar’ın Türkiye’ye verilmesi de vardı. Bunlar vaat olmaktan öteye geçmediği gibi Türkiye’nin savaşa girmesini amaçlayan adımlardı. O yıllarda İtalyanlar’ın elinde olan 12 Adalar, 1900’lü yılların başına kadar Osmanlı’nın egemenliği altındaydı. 1911-1912 Türk-İtalyan Savaşı ile birlikte kaybedilmişti. Yani birilerinin iddia ettiklerinin tersine, 1923 Lozan Antlaşması’ndan çok önce 12 Adalar egemenliğimizden çıkmıştı. // CHURCHILL DE TEKLİF ETTİ Bu teklifte ilk bulunan isim Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Von Papen’di. İngiltere’nin siyaset kurdu Başbakanı Churchill’in de bu konuda girişimleri oldu. Adana ve Kahire görüşmelerinde bu teklifler İnönü’ye iletildi. İnönü ise ülkesini 55 milyon insanın öldüğü, ülkelerin ve şehirlerin yok olduğu bu saçma savaşın dışında tutmaya kararlıydı. O siyasi konjonktürde, Türk azınlığının bulunduğu ikisi hariç, tümüyle Yunanlılardan oluşan 12 Adalar’ın Türkiye’ye verilmesinin gerçekçi bir gelişme olamadığını, bunun maliyeti çok yüksek bir maceradan öteye geçmeyeceğini bilebilecek deneyimdeydi. // İKİ ATEŞ ARASINDA KALACAKTIK Hakkı Uyar’a göre ise tüm Avrupa’yı işgal ederek Türkiye sınırına dayanan Almanya’nın 1941 yılındaki hedefi ya Türkiye ya da Sovyetler Birliği olacaktı. Balkanlar üzerinden Alman işgaline uğranılması durumunda Kafkaslar üzerinden Sovyetler kurtarmaya gelecekti. İki ateş arasında kalmak, Türkiye’nin en büyük kâbusu idi. Türkiye için başarı İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmaktı. 12 Adalar’ı almanın imkânı ve gerçekliği o dönemde yoktu. İnönü oltaya takılan yeme (12 Adalar) gelmeyerek doğru olanı yaptı. Bugünün politikacılarına aynı teklif yapılsaydı, neler olurdu? Sanıyorum tahmin edebiliyorsunuz…

KANAL İSTANBUL İÇİN TÜRKİYE VARLIK FONU DEVREYE GİRECEK Mİ?

Geçen hafta Kanal İstanbul’u konu alan köşe haberim, pek çok okurumdan övgü dolu mesajlar aldı. Güzel dileklerini ileten dostlara çok teşekkürler. Kanal İstanbul için yapılacak akıl almaz ölçekteki hafriyat çalışmasının, İzmir-Aliağa’da inşa edilen Star Rafinerisi’nin dört yıl süren hafriyatının tam 40 katı büyüklüğünde olacağını ve maliyetinin 12 Milyar Dolara ulaşacağını aktarmıştık. Haberde, bu yatırımın milli bütçe olanaklarıyla yapılmasının mümkün olmadığını, 2019 ve 2020 resmi bütçe rakamlarını referans alarak aktarmıştık. Ülkemizin en büyük bankalarından birinde yaklaşık 35 yıl çalışmış, gişe memurluğundan tepe yönetime kadar yükselme başarısını göstermiş bir bankacı büyüğümüz aradı ve ilginç bir ses tonuyla, “O kadar da emin olma” dedi. // MİLLİ BÜTÇEDEN KASIT NE? Sayın Cumhurbaşkanının, milli bütçeden kastının, “TBMM’de kabul edilen 2020 bütçesi olmayabileceğine” dikkat çeken büyüğümüz, “Varlık Fonu ne güne duruyor” sorusunu ortaya attı ve kafamı bulandırmakta gecikmedi. Türkiye Varlık Fonu’nun (TVF) Başkanlığını Sayın Cumhurbaşkanı, Başkan Yardımcılığını ise Sayın Maliye ve Hazine Bakanı yapıyor. TVF’nin 2016 yılı Ağustos ayındaki kuruluş amaçlarında, “Otoyollar, Nükleer Santral projeleri, Kanal İstanbul gibi büyük altyapı projelerine kamu kesimi borcu artırılmadan finansman bulunması” hedefi yer alıyordu. “İşte bak” dedi, bankacı dostumuz… “TVF portföyünde yer alan kamu şirketlerinin hisse değeri karşılıkları teminat (yani ipotek demek istiyor) gösterilerek, 15 Milyar Dolar finansman bulunabilir” diye de ekledi. Ezcümle, proje yap-işlet-devlet modeli ile yapılamazsa, siyasi iktidar TVF eliyle bu maliyeti karşılama yolunu seçebilir. Fon yönetiminin, Sayın Cumhurbaşkanının bu kararına itiraz etme ihtimali olmadığını kolayca tahmin edebiliriz. Elde kalan ve “para eden” hangi şirket varsa, kamuyu temsil eden hisseleri aşama aşama TVF yönetimine geçti. Bu şirketler arasında THY, Halkbank, Borsa İstanbul, Ziraat Bankası, BOTAŞ, Çaykur, PTT, Türksat, TPAO, Türk Telekom, ETİ Maden gibi şirketler bulunuyor. Bu şirketlerdeki kamu hisselerinin değerini rehin göstererek, ne işe yarayacağı belirsiz bir projeye para aramak ne kadar mantıklı, siz okurlarımın değerlendirmesine bırakıyorum…

KANAL İSTANBUL’A YEĞEN Mİ KARAR VERECEK?

Kanal İstanbul’u savunanların, bu düşüncelerini savunurken dikkat çekici bir çekingenliğe kapıldıkları gözleniyor. Bu arada insanı acı acı gülümseten açıklamalar da işitiliyor. Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Sayın Cahit Turhan, Kanal’ın yapılma gerekçesini ifade ederken kara mizah bir örnek veriyor. Yeğeninin eskiden Üsküdar’dan Beşiktaş’a 15 dakikada geçerken, artık yarım saatte geçtiğini kendisine söylediğini belirtiyor. Sayın Bakanın, bahsettiği yolculuğu yapmamasına mı yoksa milyonlarca İstanbullu’nun bu laf-ı güzah ile dalga geçmesine mi gülersiniz. Üsküdar ile Beşiktaş arasında sayısız kez yolculuk yaptım. Bir kez olsun yarım saatte karşıya geçtiğimi hatırlamıyorum. İddia ediyorum, o yolculuk 15 dakika bile sürmüyor. Boğazdan şayet büyük bir gemi geçmiyorsa tekneler birkaç dakika deniz üzerinde bekliyor o kadar. Sayın Bakan desteksiz atıyor. Bu atışlar, projeyi savunanların bilimsellikten ne kadar uzakta olduğunu bir kez gösteriyor.  

BİR “YAZIKLAR OLSUN” DA TRABZONSPOR’A!...

Trabzonspor, son yılların en başarılı sezonlarından birini geçiriyor. 2019-2020 sezonunun ilk yarısını 17 maçta aldığı 32 puanla, lider Sivasspor’un 5 puan gerisinde tamamlıyor. Sezon başında ciddi kadro ve kaynak sıkıntısı yaşayan kulübün başarısının altında, camianın öz evladı olan Teknik Direktör Ünal Karaman’ın imzası var. Bizim gibi futbol tutkularını 80’li yıllarda kazanmışlar için, Ünal Karaman en ideal futbolculardan biriydi. Efendiliği, çalışkanlığı, yüksek kondüsyonu, centilmenliği, özellikle milli maçlarda canını dişine takması ile her taraftarların sevgisini kazanmıştı. Ünal Karaman, MHP’liliğini hiç saklamadı ama siyasi görüşünü işine hiç bulaştırmadı. Görev yaptığı takımlarda ve milli takımda, sadece işini iyi yapma gayretinde oldu. // KARAMAN’IN “HATALARI” Ve o Ünal Karaman, hepimizi şaşkına çeviren bir kararla geçen hafta görevinden alındı. Siyasetin sürekli burnunu soktuğu futbolda bir klasik daha yaşanmıştı. İddialar, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın talimatıyla görevden alındığı, bir başka Trabzonlu İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun ise bu işe çok bozulduğu yönündeydi. Ünal Karaman’ın yerel seçimler öncesinde, kulübün Divan Kurulu Üyesi Ekrem İmamoğlu’nun ziyareti sırasında fotoğraf çektirmesi, seçilmesinin ardından tebrik ziyaretine gitmesi de birilerinin hoşuna gitmemişti anlaşılan… Ve meşhur Denizlispor maçı… Tarih, 16 Aralık 2019… Sahasında Denizlispor’u konuk eden Trabzonspor, şanssız bir oyunla sahadan 2-1 mağlup ayrılıyordu. Maçtan sonra Maliye Bakanı Berat Albayrak, üzgün ve sinirli bir şekilde Ünal Karaman’a tepki veriyordu: -Bu nasıl futbol hoca! Karaman’ın yanıtı ise soğuk duş etkisindeydi: -Bu nasıl ekonomi diye biz size soruyor muyuz! İddia aynen böyle… // İSTİKLAL MARŞI HASSASİYETİ… Ünal Karaman’ın “sabırları taşıran” bir başka icraatı, şeref tirübününe dönüp İstiklal Marşı okunmasını istememesiydi… “İstiklal Marşı Türk bayrağına dönerek okunur” diyen Karaman, futbolcularının yönünü Türk bayrağına çevirmişti. Ve böylesine başarılı ve karakteri yüksek bir hocayı, Trabzon’un öz evladını, nedensiz bir şekilde gönderdi Trabzonspor… Tek cümle mantıklı bir izah da yapamadı. Ve futbolla yatıp, futbolla kalkan şehirde kimseden çıt çıkmadı. Bazı taraftarların tepkisi görmezden gelindi. Bize de, tıpkı geçen hafta Galatasaray’a söylediğimizi tekrar etmek düştü: Yazıklar olsun sana Trabzonspor…  

TÜRK BASININDA 2019 BİLANÇOSU ÇOK AĞIR

Türk basını, özellikle de yerel basın kuruluşları, tarihin en sıkıntılı dönemini yaşıyor. Gazetelerin tirajları adeta yerlerde sürünüyor. Haftalık ortalamada, Türkiye’nin en çok satan gazetesi Sözcü’nün tirajı, iki yıl öncesinde günlük 500 bin sınırında iken, bugün 243 bin adet seviyelerinde. Türkiye’nin en çok satan ilk beş gazetesinin toplam tirajı 1 Milyonu bile bulmuyor. Kaldı ki bu tiraj rakamlarının içinde, yerel yönetimler ya da kamu kuruluşları eliyle bedava dağıtılan toplu satın almalar da dahil… 2019 yılı Türk basını raporuna göre basında işsizlik oranı yüzde 30. Türkiye’de Basın İlân Kurumu görev alanında 32’si yaygın, 10’u bölgesel, 642’si de yerel olmak üzere toplam 684 gazete; valiliklerin görev alanında ise 422 yerel gazete olmak üzere toplamda 1106 gazete yayın yapıyor. Sadece 2019 yılında yayın hayatına son veren gazete sayısı 100. Gazetelerde 7 bin 593 gazeteci,15 binden fazla da dağıtım, baskı ve büro işçisi çalışıyor. Son 10 yılda işsiz kalan gazeteci sayısı ise 10 bini aşıyor. Cezaevlerinde 108 gazeteci tutuklu. Son beş yılda basın kartı iptal edilen gazeteci sayısı ise 3 bin 804. Bu gazeteciler arasında, sahibi ya da ortağı Fetullahçı olan gazetelerde çalışanlar çoğunlukta. Nereden bakarsanız bakın bilanço ağır… Artık hiçbir şeye şaşırmıyoruz… Ömrünü Fetullah haininin dizinin dibinden ayrılmadan geçiren bir gazetecinin, önce itirafçı olması, sonra Fetullah ile mücadeleye varlığını adamış bir gazeteyi Fetullahçı olmakla suçlaması, iftiraları ile o gazetenin yönetici ve yazarlarının yargılanmasına, akıl almaz iddianamelerle mahkûm olmasına sebep olması mesela… Dünyanın hangi gelişmiş ülkesinde böyle bir rezalete basın kuruluşları tepki göstermez? Biz de bırakın tepki gösterilmesini, birkaç cılız vicdan sesi dışında tüm basın kuruluşları sütre gerisine yatıyor… Yani… Yani Türk basını, içinde bulunduğu durumun baş sorumlusu olarak sahnedeki yerini koruyor… Olan, yukarıda rakamlardan ibaret kalan basın emekçilerine oluyor…